Türkiye'nin en iyi haber sitesi
TURGAY NOYAN

Tanrı'nın terk ettiği deniz

Denizcilik sohbetlerinde sıklıkla "Kimbilir bugüne kadar ne fırtınalarla karşılaşmışsınızdır..." cümlesini duyarım. Çünkü insanlar biraz abartılı da olsa fırtına hikayeleri dinlemekten hoşlanırlar. Karşılığında "Vallahi öyle gerçek anlamda dişe dokunur bir fırtına atlatmadım," dediğinizde de karşınızdakinin bakışlarının değiştiğini, acayip prestij kaybettiğinizi fark edersiniz... İşin doğrusunu isterseniz bizler, denize çıkmadan her şeyi ince ince hesaplarız. Bu nedenle de genellikle denizden ciddi bir sopa yeme ihtimalimiz son derece düşüktür. Haa yine de bütün bunlara rağmen arada bir hesapların şaştığı olur. Olur, olmasına da bu hesaplar her seferinde ödenebilecek boyutlardadır... Son okuduğum Tanrı'nın Terk Ettiği Deniz adlı kitaptan sonra ise inanın bizim coğrafyanın nasıl bir nimet olduğunu, fırtına filan atlatmadığımızı daha iyi anladım... Evet dostlar biz resmen cennette yaşıyoruz. Üstelik de vallahi bunun farkında değiliz... Eski bir denizci özdeyişi; "40 derece enleminin altında kanun yoktur; 50 derece enleminin altında ise Tanrı yoktur." Der... Bu sözlere Derek Lundy'nin yazdığı ve kendisi de usta bir denizci-yazar olan Hülya Leigh'nin Türkçe'ye çevirdiği Tanrı'nın Terk Ettiği Deniz'i okurken bir kez daha hak verdim. Editörlüğünü de iyi bir denizci olan Erol Kepenek'in yaptığı kitabın her satırı, tüylerimi diken diken etti... Bu kitaptan denizcilik adına da insanlık adına da alınacak çok ders var... Mesela; teknenizle tek başınıza saatte 130 kilometre esen bir orkanın ortasında olduğunuzu düşünün... Rüzgârı arkanıza alarak kaçmaya çalışıyorsunuz. Etrafınızda buz dağları var ve peşinizdeki dalgalar sekiz katlı apartman yüksekliğinde. Son iki katı da üzerinize devrilip duruyor. Her an tekneniz alabora olabilir ya da bir buz dağına çarpıp dağılabilir... Telsizden yarıştığınız rakiplerden birinin teknesinin devrildiğini ve kendisinden bir haber alınamadığını öğreniyorsunuz. Belki sağ, belki de o an ölmüş olabilir. Aranızda üç günlük mesafe var ve yardımına gidebilecek hiç kimse yok. "Gidebilir misin?" diye size soruyorlar. Yardımına gitmek için rüzgara karşı gitmek zorundasınız. Böyle bir karar yüzde 90 sizin de ölüme gitmeniz demek...

DENİZİN ŞÖVALYELERİ

Ne yapardınız? Biraz 'bekâra karı boşamak' gibi olacak ama söyleyeyim, dünyada benim diyecek babayiğitin işe "Evet," diyebileceğini sanmıyorum... Ve o adam hiç düşünmeden "Evet!" diyor... 16 denizcinin tek başlarına Fransa'dan başlayıp Antarktika'nın ardından dolaşarak, hiç durmadan yine Fransa'ya dönerek yaptıkları VendGlobe adlı ölüm yarışının hikâye edildiği kitabın aşağıdaki bölümü, insanların ne kadar zor şartlarda yarıştıklarını tam olarak anlatıyor:

***
"Roufs, Güney Okyanusu'nun tam ortasında ve dünyanın en uzak köşesindeydi. O ve Autissier, Yeni Zelanda ve Şili'ye eşit mesafedeydiler, her iki kıyıdan da 2 bin 400 mil uzaklıktaydılar. Uzun mesafeli aramakurtarma uçakları Orion'ların Roufs'un bulunduğu noktaya gidip dönebilmesi söz konusu değildi. Yeni Zelanda'dan veya Şili'den yola çıkacak hızlı savaş gemilerinin oraya varması ise en az bir haftayı alırdı, o da tabii hava uygun olursa-ki bu da pek iyimser bir tahmin olurdu. Üstelik geri dönebilmek için yeniden yakıt almaları gerekiyordu. O bölgedeki denizci adeta zaman içerisinde geriye doğru seyahat etmiş gibiydi. Eğer kendi kendisini kurtaramazsa ölmüş demekti. Ya da öyle bir şey."

***
Derek Lundy'nin bu kitabında sadece 'deniz ve yelken' heyecanı değil, orta çağda kaldığını sandığımız şövalyeliğin hikayesi de var. Beni en çok duygulandıran bölüm ise kitabın o bölümleri oldu...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA