Orada öyle yatıyor. Yanından geçerken insanların görmezlikten geldiği, hatta mecbur kalıp üstüne bassa bile yok saydığı bir ceset gibi...Yaralıbereli bir beden, kötü muamele görmüş bir kadın gibi. Ve sanki yanlış belediyeciliğin bir simgesi gibi somutlaşmış olarak... Beyoğlu'ndan ve onun can damarı İstiklal Caddesi'nden söz ediyorum. Şu sinema festivali sırasında yeniden mekan tuttuğumuz ve ne yapıp etsek de mimar gözlerimizden kaçıramadığımız bu acılı semtin acıklı halinden... Hayır, bir kez daha söyleyeyim, SİYAD gecesinde Sayın Kadir Topbaş'ı bu yüzden eleştirmedim. Orada onun konuğuydum, bunu asla yapamazdım ve yapmadım. Ama bu belediyeyi ve başkanı bu konuda hiç eleştirmeyeceğiz demek değil elbette... Ancak bu kez ben eleştirmiyorum. Bırakalım, eleştiriyi Beyoğlu'nun kendisi yapsın diyorum. Ve bu hafta onu konuk ediyorum. "Beyoğlu konuşur mu?" diyen rasyonalistleri duyar gibiyim!... Ben hep sinema salonlarının ve de kentlerin / semtlerin bir ruhu olduğuna inanmış ve bunu zaman zaman yazmışımdır. İşte bu kez "Beyoğlu'nun ruhu"nu çağırdım, o da eski deyimiyle "davete icabet etti." Ve bakalım neler söyledi!
- Nasılsın?
- Üzerimden buldozer geçmiş gibiyim!.. Şaka değil bu, aylardır geçip durdu, hala da geçiyor. Ya da tecavüze uğramış bir kadın gibiyim de denebilir.
- Estağfurullah!.. Senin gibi yaşınıbaşını almış, saygın, ünü dünyayı tutmuş birine bunu kim yapabilir?
- Ünlü olmak namusu kurtarmaya yetmiyor. Aslında bu ilk de değil. Sen mimarsın, bilirsin, çeşitli dönemlerde böyle benim yüzümü tamamen değiştirmek isteyen, tüm bedenimi altüst eden müdahaleler oldu. Önce Haşim İşçan döneminde, yani 60'larda beni tamamen kazdılar, aylar boyu iç organlarımdan (yani altyapı diyorlar ya!) dış görünümüme her şeyi yenilediler. Tramvay kalktı ama yıllar sonra Dalan bana yeniden tramvay döşeyip yaya yolu yapmaya karar verdi. Ama siyasal ömrü vefa etmedi, ancak ondan sonra gelen Nurettin Sözen bunu devam ettirdi. (Galiba sahip çıkıp devam ettirdiği tek Dalan projesiydi!) Sonraki günlerde biraz rahat etmiştim. O uzun karanlık yıllarda, tüm o güzelim yapılarım kapanın elinde kalmış, sokaklarım İstiklal dahil kararmış, köşe-bucağımda suç ve hırsızlık çeteleri belirmiş, en sadık dostlarım bile beni terk etmişti. Herkesin ağzında aynı söz: "Beyoğlu öldü, Beyoğlu bitti." Oysa ben 1955'teki 6-7 Eylül olaylarını bile atlatmıştım...
İNŞAATÇI DEĞİL MİMAR İSTERİM
- Peki sonra ne oldu?
- İşte o tramvay, yaya yolu filan derken kentin eski değerlerinin de yeniden yükselişe geçmesiyle, örneğin eski ahşap evlerin, Boğaz yalılarının, Cihangir veya Nişantaşı'nın yeniden moda olmasıyla birlikte ben de yeniden gündeme geldim. Gençler beni yeniden keşfetti, o Anadolu'dan kopup gelmiş, tüm damarlarımı işgal etmiş işsiz-güçsüzlerin yerini, cıvıl cıvıl okullu genç kesimler aldı. Sanki yeniden doğuyor gibiydim.
- Ve galiba geldik bugünlere...
- Evet, ne yazık ki... Üzerimdeki giysi elbette eskimiş, pörsümüştü. Yüzüm de, tüm bedenim de onarıma, makyaja, güzelleştirmeye muhtaçtı. O kadar yaşlıyım ki bağrımda kimsenin bilmediği öyle eski şeyler var ki... Ama beni işini bilir bir estetik cerraha, şehirciliği ve daha önemlisi, ruhumu, kişiliğimi kavramış bir şehircilik anlayışına teslim etmek yerine yangından mal kaçırır gibi bir projeyle, sıradan inşaatçılara teslim ettiler. Oysa ben, tek başıma bu koca kentin, giderek tüm ülkenin ilk kez Batı'ya açılan kapısı olmuştum. Sinema, tiyatro, eğlence hayatı, çeşitli dönemlerdeki farklı isimleriyle bar, pavyon, kafe, "cafe chantant", konser salonu, diskotek, restoran, self-servis, fast food, otel, pansiyon, apart-otel, rezidans vb.adlar ve kavramlar, ilk kez benim bağrımda kendisine yer buldu. Bu muameleyi hak ettim mi ben?
ALAIN DELON'U BEKLEMİŞTİM
- Sana karşı bir kasıt olmasın?
- Sanmam. Ben hep Batı kültürünü temsil ettim. Ama zaman içinde bir sentez yarattım bağrımda... Üzerimdeki binlerce konutta veya işyerinde Batı tarzı yaşam da var, Doğu'nun değerleri de... Fast food'un yanında en iyi Türk mutfağı bende. En iyi muhallebiciler, dönerciler, kebapçılar da bende... İlk McDonald's da bende açıldı, ilk Simit Sarayı da... Her şey bende buluşuyor ve herkes bunu biliyor.
- İstanbul Film Festivali seni nasıl etkiliyor?
- İyi etkiliyor kuşkusuz. Öncelikle festival sayesinde en azından birkaç sokak aceleyle yapıldı. Başta Emek Sineması'nın bulunduğu Yeşilçam olmak üzere... Ayrıca, herhalde bunca kalabalık varken çalışır gözükelim diyerek caddeye birkaç dev iş makinesi de saldılar, ama ne yaptıklarını kestiremedim!.. Ancak asıl önemlisi, üzerimden geçenlerin hem sayısında, hem de kalitesindeki çeşitlenme ve yükselme. Bu semtte onca azınlık varken halim çok daha iyiydi. Ermeniler, Yahudiler, Rumlar; hepsi bana iyi davranırdı. Beni süslemekte sanki birbiriyle yarış ederlerdi. Şimdi gezmeye yabancılar da, ünlüler de geliyor. Almanlar, Japonlar...
- Onları hissediyor musun?
- Etmez miyim? Alain Delon üstümde gezecek diye duydum ama olmadı. Nasıl sevinmiştim; onun ilk filmini gösterip burada tanıtan ben değil miyim? "Üç Sevgili" Yeni Melek'te oynamamış mıydı? Şimdi diğerlerini bekliyorum; Jeanne Moreau veya Gerard Depardieu'yü... Geçen yıllarda üzerimde kimler yürümedi; Elia Kazan'dan Antonioni'ye, Angelopoulos'tan Kieslowski'ye, Bertolucci'den Scola'ya, Sophia Loren'den Harvey Keitel'e... Charlize Theron da benden geçti, biliyorsun. Eski zamanlarda da herkes bana uğrardı. Louis Armstrong'dan Dizzy Gillespie'ye, Greta Garbo'dan Anthony Quinn'e, Jean Cocteau'dan Marie Bell'e, David Oystrach'tan Yehudi Menuhin'e kimlerle tanışmadım... Çoğu da marifetlerini Saray Sineması'nda sergilemişti. Yakın zamanda onu yıktılar, biliyorsun. İşte beni en çok bu hoyratlık, bu değerbilmezlik mahvediyor. Ve emin ol, bedenime yapılan saldırılardan daha çok beni yaralıyor. Basında bir tek sen yazdın, sağol.