ŞAKİR Eczacıbaşı, Fransız Sinemateği'nin efsanevi kurucusunun sözlerinin etkisiyle Türkiye'de bir Sinematek düşüyle Türkiye'ye dönmüş. Bir süre sonra genç bir adam gelmiş onu görmeye... O da Paris'te bulunmuş, Langlois'yı ziyarete gitmiş bir sinema hastası. Langlois ona Şakir Bey'den söz etmiş, "Türkiye'ye dönünce git onu bul", demiş. Ve Şakir Bey ile Onat Kutlar'ın tarihe geçen dostlukları böyle başlamış. Şakir Bey, Onat'ın sinema sevgisini sezince, TDK ödülü almış bu genç yazarı profesyonel olarak işe almış ve Sinematek'in başına getirmiş. Ve böylece ünlü Sinematek Derneği kuruluyor. Öyle bir dönem ki, ancak yaşayanlar bilir. Ben 1966'da askerden dönünce şaşırmıştım: sanki bütün İstanbul, Sinematek gösterilerine koşuyordu. İnsanlar, sanatsal Fransız, İtalyan, Çek, Macar vs. filmlerini izliyor. Kuyruklar, tartışmalar, söyleşiler... Bir sanat olayını aşıp moda olan, hatta sosyeteyi bile etkileyen toplumsal bir olay... Şakir Bey de o parlak Sinematek yıllarını özlemle anıyor. Sayısız klasik filmin ilk kez Türk sinemaseverlerine sunulduğu, gerçek bir sinema kültürünün kök saldığı, onun deyişiyle "artık yıldızların dedikoduları yerine yönetmenlerin ve yaratıcılığın konuşulduğu" yıllar. Ve benim de köşesinden bucağından bulaştığım ünlü Sinematek macerası. 60 ülkeden gelen önemli filmlerin sunulduğu, ilk 10 yılda 2 bini aşkın filmin ve yarısı kadar da belgeselin gösterildiği sinema yılları. Şakir Bey, 12 Mart 1971'deki gergin döneme ait bir anısını anlatıyor. Bir deniz albayı çağırmış, gitmiş. Albay demiş ki: "Yahu, bu ne biçim iş? Mahkemelere çıkanlardan kimlik istiyoruz, hepsi bize getire getire Sinematek kartı getiriyor. Siz gizli bir örgüt filan mısınız kardeşim?" Allahtan Şakir Bey ünlü bir kapitalist... Albaya üyelerin çoğunun üniversiteli gençler olduğunu ve o kimliklerin onlara öğrenci kartı karşılığı verildiğini anlatıyor ve ikna ediyor.
ORSON WELLES HAYRANI
12 Mart'ta işe yarayan bu yöntem, 12 Eylül'de yaramıyor. Ve Sinematek de sayısız dernek gibi kapatılıyor. Ama ondan hemen sonra başlayan Sinema Günleri, giderek gelişiyor ve sonunda bugünkü İstanbul Festivali'ne dönüşüyor. "Bu sanat şenliğinin fikir babası Vecdi Sayar'dır. Onun önerisiyle, önce 1982'de, müzik festivali içinde gösterilen bir avuç filmle başladı. Ben daha sonra işe katıldım ve bunu gitgide geliştirdik. Hülya'nın (Uçansu) bir lafı vardır. 'Bir toplantıdayken tuvalete gittim, bir döndüm ki, uluslararası olmuşuz' diye." Gerçekten de, keskin dönemeçler alınarak olay dünyanın sayılı sinema şenliklerinden birine dönüşmüş. İlk yılları anıyor: Form doldurup rezervasyon yaptırma yıllarında, insanların daha geceden itibaren gelip kuyruk yapmalarını, istedikleri filmler için yer ayırmalarını... Ve sonunda Şakir Bey 10 yıl kadar önce, kendisini Eczacıbaşı'ndan emekli etti ve gelip tümüyle İKSV'nin başına geçerek, gençlik yıllarının asıl özlemine, yani sanata döndü. Arada biraz fotoğrafçılığa değiniyorum. Önce çok amatör bir ruhla başlamış bu işe... Ara Güler yakın dostu, hep takılırmış: Sen de al iyi bir makine, fotoğraf çek diye... Ama Şakir Bey, çeke çeke öğrenilir lafına inanmıyor: "Benim daha ilk rulomdan bile hala sergilerde kullandığım resimler çıktı. Teknik açıdan herkes birkaç günde fotoğrafçılığı öğrenebilir. Ama yetenek ya vardır, ya yoktur." Sonra en sevdiği sinemacı olduğunu söylediği Orson Welles'le ilgili bir anı anlatıyor. Welles, Hollywood'da ilk filmini çekecek: "Yurttaş Kane"i. Görüntü yönetmeni olarak, o yıllarda çok ünlü olan Gregg Toland'ı istemiş. Toland hemen kabul etmiş ve şaşıran gencecik Welles'e şöyle demiş: "Ben sana filmcilikle ilgili ne varsa hemen öğretirim. Ama senin gibi genç bir dahiyle çalışırsam, benim öğreneceğim daha fazla olur."