Geçen cumartesi günü Ordu'nun Ünye ilçesindeydim. Bu tür gezileri seviyorum. Bir yandan ülkenin yeni bir köşesini tanıyorum, diğer yandan bilgilerimi oradaki anne babalarla paylaşıyorum. Ünye, Ordu iline bağlı, oldukça büyük bir ilçemiz. Oraya Haznedar Gündüz Bakımevi'nin konuğu olarak gittim. Ev sahibem Prof. Dr. Ayşe Yalın'ın misafirperverliği, Ünye'nin güzel deniz manzarası, hamsilerin tazeliği benim anlatma becerilerimin üstünde olduğu için uzun uzun yazamayacağım. Ama gezdiğim mekân bana birkaç şeyi birden düşündürdü. İlk önce, "büyüklerimizin bıraktığı miraslar nelerdir ve onların anıları en güzel nasıl yaşatılır" konusundan bahsetmek gerek. Kimimiz bırakılan mirası hemen tüketir, paraya çevirir ve harcarız. Onları bırakanları yaşatmayı ise sadece anılara bırakırız. Kimimiz kullanırız, anılarla birlikte bize saklarız, kimimiz ise o mirası öyle bir değerlendirme sistemi buluruz ki, artık sadece bizim mirasımız ya da anılarımız olmaktan çıkar, kuşaktan kuşağa aktarılır hale gelir. İşte Haznedar Gündüz Bakımevi'ni gezerken bunun nasıl yapılabileceğini gördüm. Babadan kalma ev ve bahçe öyle bir düzenlenmişti ki, hem muhteşem bir çocuk eğitim yeri haline gelmişti hem de hâlâ baba evi olma özelliğini koruyordu. İçinde eğitim alıp, yaşama oradan başlayan her çocuk bu mirası daha da büyüterek geleceğe aktaracaktır. Bu da gösteriyor ki, ailelerimizin bize bırakacağı ve bizim de çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük miras maddi şeyler değil, aktarılan değerlerdir.
SORUNLAR DEĞİŞMİYOR
Ünye'de ailelerle, çocuklarımızla aramıza giren ve kontrolde zorlandığımız şeylerden bahsettik. Bunlar televizyon, bilgisayar, internet ve cep telefonları olarak belirlendi. Çocukların tüm bu teknolojiyi denetimsiz kullanmak istemeleri bir sorun. Ama asıl sorun, ailelerin, bu denetimi yapmakla yükümlü olanların bunu nasıl yapacaklarını bilmemeleriydi. Daha büyük sorun ise ailelerin bu denetimi nasıl yapacaklarını öğrenmekten çok, bu denetimi başkalarının yapmasının gerektiğini savunmalarıydı. Nerede konuşursak konuşalım, hangi şehir, hangi sosyoekonomik durum, hangi eğitim düzeyi olursa olsun, aileler kendi sorumluluklarını başkalarının üstlenmesini arzu ediyor. Aslında bu tutumumuz başka konularda da sürüyor. Çocuklar küçükken bir şeyi yapmalarını engellemeyi öğrenmek yerine onları öcülerle korkutur, babalarına söylemekle tehdit eder, doktorla, iğneyle durdurmaya çalışırız. Biraz büyüdüklerinde öğretmenlerden, hatta sokakta tanımadığımız kişilerden medet umarız. Oysa yapmamız gereken şey, "Hayır!" diyebilmektir. Hayır dersek, çocuklarımızın sevgisini kaybedeceğimizden, en çok da başaramayacağımızdan korkarız. Oysa biz ne kadar kararlı, ne kadar net, ne kadar bilinçli olursak çocuklarımız bizi o kadar çok sever. Yapamadığımızda, onları durdurmak, eğitmek için hep başkalarından medet umduğumuzda, onlara yeteneklerini, yapabileceklerini ve yapamayacaklarını öğretemediğimizde neler olduğunu görmek için kendinize, çevrenize bakın. Birçok mutsuz erişkin dolanıyor etrafta. Mutsuzluklarının nedeni, sorumluluklarını yerine getirmeyip, başkalarının yapmasını beklemeleri. "Durumum kötü biri yardım etsin," "Yemek istiyorum biri getirsin," "İhtiyacım var, biri karşılasın," demeleri... Yine başlarına gelen her şeyden kendisi dışında birinin sorumlu olduğunu, kayıplara, kazalara başkalarının neden olduğunu, yapamadıkları şeyleri başkaları yüzünden yapamadıklarını, buldukları yerin olmaları gerektiği yer olmadığını, değerlerinin bilinmediğini söyleyen erişkinlere de, bunları aileleri öğretti.
YOLCULUK DERSİ
Kendilerine dönüp bakmayan, yeteneklerini doğru değerlendiremeyen, zorlukları geçmek için önce kendinin çaba göstermesi gerektiğini bilmeyen, hep başkalarını kendilerine borçlu sanan erişkinleri aileler yetiştirdi. Sorunlar değişmiyor. Değişmesi gereken ailelerin tutumları olmalı ki daha sağlıklı nesiller yetiştirebilelim. Aynı gün geri döndüm. Türkiye'de son 10 yılda yaşanan ilerleme çok hoş. Her yere uçakla gidebiliyorsunuz. THY çok aşama kaydetti. Aksayan noktaları da düzeltebilirlerse çok daha iyi olacak. Havaalanında uçağın kalkışını beklerken söyleşide oluşan fikrim pekişti: Doğru iletişim kurmayı beceremiyoruz. Uçağa binme anonsu yapıldı. İnsanlar kapının önünde dizildi. Ama kapı açılmadı. Bir yandan son çağrı anonsları yapılıyor. Kapıda üç görevli var, sorulara yanıt veremiyorlar. İnsanlar kızıyor, onlar çaresiz. Biri başka bir anons yapsa ayakta beklemeyeceğiz. Yanlış iletişimle yarım saat sonra yorgun olarak uçağa gidilebildi. Yine de ayakta uzun bekleyişten sonra, güleryüzlü personel eşliğinde 1 buçuk saatte İstanbul'a dönmek güzeldi.