Hikaye kendi içinde, olay ve durum hikayesi olarak ikiye ayrılır. Belirlenen bir olay örgüsü ile gelişir, zaman, mekan ve karakter unsurlarını içinde barındırır. Bu tür ya gerçeğe çok yakın, ya da tamamen gerçek hayatı konu alır. Durum hikayesi, gerçek hayatta yaşanmış olan bir durumun işlendiği edebi eserlerdendir. Bir olay örgüsü etrafında ilmek ilmek işlenen hikaye her ne kadar gerçeğe yakın olsa da, okurun hayal gücüne de hitap eder. Durum hikayesinde, çok anlaşır ve yalın bir dil kullanılır. Gerçeklik ile hayal gücü iç içedir.
Türk Edebiyatına, 19. Yüzyıl ortalarında dahil olan bu türün dünyadaki en önemli temsilcisi, Rus Yazar Anton Çehov'dur. Durum hikayesine, 'Çehov tarzı hikaye' de denilir. Çünkü Rus yazar, bu türün ilk örneklerine sahiptir. Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal ve Tarık Buğra ise durum hikayesini temsil eden Türk yazarlardandır. Söz konusu bu isimler, bu tür ile ilgili birbirinden güzel eserler vermiştir.
Hikayede olduğu gibi, durum hikayesinde serim, düğüm ve çözüm bölümleri belirgin değildir. Geniş zamana yayılan herhangi bir olayı değil, gün içerisinde yaşanabilirliği olan kısa anları konu edinen hikaye türüdür. Bu bakımdan, kesin bir sonuca bağlanmayan ve havada kalabilen öykülerdir. İşte tam bu noktada, okurun hayal gücü devreye girer. Heyecan ve merak uyandırmaktan çok, hayal etmeye teşvik eder. Aynı zamanda, gerçekten uzak da değildir. Gerçek hayatta karşılaşılabilecek bir olayı anlatır ancak, tamamlanması gereken kısımlar vardır. Olay akışı, okuyan kişilerin tahayyülleri ve gözlemleri sayesinde şekillenir. Bu anlamda, oldukça yoruma açık eserlerdir ve bunlar kişiden kişiye farklılık gösterir.
YARAMAZLIK
"Yüzü tilkiye benzeyen, genç, kula renginde, zağar melezi bir köpek kaldırımda bir aşağı bir yukarı koşuyor, endişeyle etrafına bakmıyordu. Ara sıra duruyor, üşüyen ayaklarından kâh birini, kâh ötekini kaldırıyor, ağlayarak kendi kendine şunu soruyordu: nasıl oldu da yolumu şaşırdım? O günü nasıl geçirdiğini, sonunda bu hiç tanımadığı kaldırıma nasıl düştüğünü pek iyi hatırlıyordu. Gün şöyle başlamıştı: sahibi Luka Aleksandriç şapkasını giyip koltuğunun altına; kırmızı bir mendile sarılı tahtadan bir şey almış:
Çağırıldığını duyan köpek, tezgâh altında uyuduğu yongaların arasından çıktı; tatlı tatlı gerindi, sahibinin peşi sıra koştu. Luka Aleksandriç'in müşterileri çok uzakta oturuyorlardı. Bu yüzden her birinin evine varmadan önce marangoz, birkaç defa meyhaneye girip ateş almak zorunda kalıyordu. Kaştanka, yolda pek edepsizce hareket ettiğini hatırlıyordu. Gezmeye çıkardıkları için o kadar sevinmişti ki, durmadan zıplıyor, havlayarak, atlı tramvaylara saldırıyor, evlerin avlularına girip çıkıyor, köpeklerin peşinden koşuyordu. Marangoz, çok defa Kaştanka'yı gözden kaçırıyor, durup sert sert çağırıyordu. Hatta bir keresinde, yüzü hiddetten değişerek onun tilki kulağını avucunun içine alıp çekti, kesik kesik:
Müşterilerini dolaştıktan sonra Luka Aleksandriç, bir dakika için, çoğu zaman yemek yediği, içki içtiği, kız kardeşinin evine uğradı. Kız kardeşinden çıktıktan sonra tanıdığı bir ciltçiye, oradan meyhaneye, daha sonra da bir dostuna uğradı. İş böyle devam etti. Kaştanka, bu tanımadığı kaldırıma geldiği zaman karanlık basmış, marangoz da fitil gibi sarhoş olmuştu. Ellerini, kollarını sallıyor, derin derin iç çekerek mırıldanıyordu:
Bazen babacan bir tavır alıyor ve Kaştanka'yı yanına çağırıp diyordu ki:
İşte marangoz, Kaştanka ile böyle konuşurken ortalığı bir bando sesi kaplayıverdi. Kaştanka, şöyle bir bakınca, üstüne doğru bir alay asker geldiğini fark etti. Zaten mızıkaya hiç tahammül edemezdi; sinirleri bozulurdu. Bu yüzden sağa sola koştu, ulumaya başladı. Ama marangoz hiç de onun gibi davranmadı. Kaştanka hayretler içinde gördü ki, sahibi ne umduğu gibi korktu, ne uludu, ne de havladı. Esas vaziyeti aldı. Ağzı kulaklarına vararak, elini kasketine götürdü, selâm durdu. Sahibinin kızmadığını gören Kaştanka, daha yüksek bir sesle uludu, ne yaptığını fark etmeden sokağın öte yanına fırladı. Kendine geldiği zaman bando artık çalmıyordu. Alay ortalıkta görünmüyordu. Sokağı geçerek, sahibini bıraktığı yere koştu. Ama marangoz oralarda yoktu. Bir sağa, bir sola atıldı; sokağı bir defa daha dolandı; sanki yer yarılmış, marangoz içine girmişti Kaştanka, kokusuyla sahibini bulacağını umarak, sokağı koklamaya başladı. Ama alçağın biri, biraz önce yeni kauçuk lastiklerle oradan geçmiş, böylelikle bütün hafif kokular o kuvvetli kauçuk kokusuyla karışmıştı. Artık bir kokuyu ötekinden ayırmak kabil değildi. Kaştanka sahibini bulamadan bir aşağı bir yukarı koşuyordu. Bu sırada hava da kararmaya başlamıştı. Sokağın iki yanında fenerler yandı; evlerin pencerelerinde ışıklar göründü. Kar lapa lapa yağıyor ve sokağı, atların sırtını, arabacıların şapkalarını beyaza boyuyordu. Hava karardıkça etraf daha beyaz görünüyordu. Kaştanka'nın önünden, boyuna görüş sahasını kapayarak ayaklarıyla iten tanımadığı birtakım müşteriler geçiyordu. (Kaştanka için bütün insanlık, bir eşit olmayan iki büyük kısma ayrılıyordu: Sahiplerle müşteriler. Aralarında şu esaslı fark vardı: Birincilerin onu dövmek haklarıydı, ikincilere gelince, onları da Kaştanka'nın bacaklarından ısırmak hakkına sahipti. Müşteriler bir yere yetişmek için acele ediyor, Kaştanka'ya hiç aldırış etmiyorlardı. Hava büsbütün karardığı zaman Kaştanka telâşa, üzüntüye düştü. Bir kapı eşiğine dayanarak acı acı ağlamaya başladı. Luka Aleksandriç ile yaptığı o günkü gezintiden yorgun düşmüştü. Bütün gün ancak iki kere ağzına bir şey koyabilmişti. Ciltçide biraz tutkal, meyhanelerin birinde de tezgâhın yanında bir parçacık salam derisi bulmuştu. O kadar...Kaştanka insan olsaydı herhalde. "Böyle yaşamak mı olur, beynime bir kurşun sıksam daha iyi..." diye düşünürdü."
Yazar: Anton Çehov