Yukarıdaki fotoğraf geçenlerde bir gazete yayınlandı. Meslektaşımız bu dönerin, daha doğrusu bu dönerden yapılmış iskenderin, pek lezzetli olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyordu. Çok beğenmiş. Afiyet olsun.
Ancak burada sorun var. Hem de birden fazla:
Bir dönerin iyi olup olmadığına, iskender yiyerek karar veremezsiniz. Çünkü iskendere salça ve erimiş tereyağı konur ki bu da en sıradan, hatta dandik eti bile lezzetliymiş gibi algılatır.
Ben zamanında çok denedim. Övülen nice iskendercinin döneri yaramaz, saman gibidir. Hatta uyanık iskenderciler porsiyon vermek istemez. Çünkü foyalarının meydana çıkacağını bilirler.
Gelelim asıl meseleye: Bu resimdeki döner, iyi bir döner olamaz. Eti kaliteli dahi olsa, tabağınıza gelen döner iyi değildir. Çünkü:
Bir... Döner öyle fışkıran alevlerle pişirilmez. Dönerin ateşi sakin sakin, için için yanar.
İki... Döner öyle dörtkenar prizma şeklinde kesilmez. Döner şeritleri 5-6 cm eninde olur. Böyle 10-12 cm eninde kesenlerin üç amacı vardır: a) Tabağı ince bir dilim etle kaplayarak, malzemeyi az tutmak. b) Ocaktan kısa sürede çok sayıda porsiyon çıkarmak. c) Etin sertliğini veya yavanlığını kızartarak örtmek.
Yani neresinden baksanız işin içinde düzenbazlık var. Fotoğraf tam da bunu kanıtı...
Üç... Geldik bence en vahim noktaya: Haberden adının Serkan olduğunu öğrendiğimiz sözde usta, gördüğünüz gibi 'doğradığı' döneri, içi yağ dolu tepsiye atıyor. Iğğ!
Üstelik fotoğraf çekimi için yapılmış bir mizansen de değil bu. Nereden anlıyoruz? Hem elinde kesilen parçaları tepsiye düşmeden toplamak için kullanılan kürek bulunmuyor, hem de alt tepsinin üstünde, yağın akıp gitmesini sağlayacak bombeli-delikli üst tepsi yok.
Adam döneri pişirmesini bilmiyor, kesmesini bilmiyor, toplamasını bilmiyor; e biz bunun nesine usta diyoruz?
Metropolerdeki hızlı nüfus artışı ve paldır küldür sermaye biriktirme hevesi, 'fırıldağı ihale, damağı teneke' adamlar çıkardı ortaya. Lokantacılar bunlara kızarmış yağlı eti dayadı mı, gayet mutlu oluyorlar. Hem karınları doyuyor, hem de küçük dağları ben yarattım havasına giriyorlar.
Talep bu olunca, arz da böyle oluyor elbette. Yani o çevrelerde alan razı, satan razı. Peki, 'biz' niye bu abukluğu göklere çıkarıyoruz?
***
Benjamin numarası
Normal olarak şöyle düşünürüz: "Birisine yardım edersem, beni sever." Çok yanlış değil. Peki bunun tam tersinin de geçerli olduğunu biliyor muydunuz?
Bu kez formül şöyle: "Bana yardım etmesini sağlayayım ki beni sevsin." Psikologlar buna Benjamin Franklin Etkisi diyor.
Benjamin Franklin (1706-1790) ABD'nin altıncı başkanıydı. Başkan dedikse Trump'la, Bush'la karıştırmayın. Aynı zamanda bilimciydi, yazardı, yayıncıydı, diplomattı. Türkün tabiriyle "full dolu" bir adamdı.
Franklin'in dişli bir rakibi vardır. Tanışmamalarına karşın, adam Franklin'e düşman gözüyle bakmaktadır. Franklin ise onu kendi yanına çekmek istemektedir. Peki, ne yapmalı?
Adamın nadir bir kitaba sahip olduğunu öğrenen Franklin, bir mektup yazarak kitabı ödünç vermesini rica eder. Aldıktan bir hafta sonra, gayet nazik bir teşekkür mektubuyla kitabı iade eder.
Bu günde sonraki ilk karşılaşmalarında, rakibi Franklin'in yanına gelir ve aralarında samimi bir diyalog başlar.
Franklin otobiyografisinde bu olayı anlattıktan sonra lafı şöyle bağlıyor: "Size bir iyilik yapmış olan kişi, bir benzerini tekrar yapmaya hazırdır. Hem de iyilik yapılmış olandan daha fazla..."
Çünkü insanlar tutarlı olmak isterler. Düşünce akışı kabaca şöyledir: "Ben iyi bir insanım. O yüzden şu kişiye iyilik yaptım. İyilik yaptığım kişi, aynı zamanda sempati beslediğim bir insandır. Bir kötülük görmediğime göre, o kişiye tekrar iyilik yapabilirim."
***
İki medya abukluğu
Hıncal Abi fırsatını bulduğunda medyaya giydiriyor ya... Bunlar da benden:
Her Allah'ın günü "cek-cak" haberleri okumaktan gına geldi. (Zaten artık okumuyor, şöyle bir bakıp geçiyorum.) "Cek-cak" haberi derken, başlıkları ve içerikleri şu şekilde olan haberleri kastediyorum: "Çemişgezek'i dünyaya tanıtacak... Mafyalı dizilerimizi Patagonya'ya satacak... Bu zımbırtı trafiği azaltacak... Kazdağları'nı çalıştay kurtaracak..."
Ne malum? Belki iflas edecek... Belki son dakikada karlı bulmayıp vazgeçecek... Belki ilgili Patagonya kanalı o dizileri almak istemeyecek... Belki trafik kazasında ölecek... Çalıştay belki fare doğuracak.
Niye birtakım girişimcilerin hayallerini, büyük gerçeklermiş gibi yazıyoruz? Yapsınlar, işi bitirsinler, o zaman biz de alkışlayalım.
Not: Şunu da ekleyeyim. Güven katsayısı düşen kimi işadamlarının (mesela iflasına ramak kalmış müteahhitlerin) böyle pembe hayallerle toparlanmaya çalıştıklarını biz çok gördük.
Tahammül edemediğim bir başka uygulama da, tarihi dizilerde yabancıların konuşma şekli. Adam, Osmanlı ile kapışan Sırp kıralı. Mahiyetini toplamış, ne yapacağına karar vermeye çalışıyor. Peki, nece konuşuyorlar? Sırpça mı? Hayır. Peltek bir Türkçe konuşuyorlar.
Yahu Sırp kralı ya Sırpça konuşur, söylenenleri altyazı ile verirsin. Ya da normal bir Türkçe ile konuşur. Ama yok! İlla yarım yamalak, peltek bir Türkçe ile konuşacaklar.
Aynı durum bilumum yabancılar için de geçerli. Hepsi aralarında peltek Türkçe ile iletişim kuruyor.
Dizisinde, filminde bunu yapan yönetmen, ilkokul seviyesinde bir eğitime, yemeği yerde yiyenler kültürüne ve kereste tipi milliyetçiliğe hitap ediyor