Dikkatli okurlar fark etmiştir: Uzun süredir maç analizi-yorumu yazmıyorum. Sebebi basit: Üç yıl önce Süper Lig yayını yapan kuruluşla (o zaman LigTV, şimdi beIN) bağımı kestim. Ve kendime söz verdim: Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Başkanlığı'ndan ayrılana kadar tekrar üye olmayacağım. Ya stat? Passolig uygulaması sürdüğü sürece de stada gitmem...
Şimdi sadece ATV'de yayınlanan kupa maçlarını seyrediyorum. Aslında 'seyretmek' kelimesi fazla: Göz atıyorum. Çoğu kez sıkılıp kapıyorum.
Çarşamba akşamı oynanan F.Bahçe-Adana Demirspor maçına bakayım dedim. O da ne? F.Bahçe sahaya yeşil formayla çıkmış.
Forma satışını artırmak için takım her sezon başka formayla oynuyor. Hadi bazı deplasman maçlarını anladık da... Yeşil rengi severim ama yeşilin F.Bahçe ile alakası ne? Bizim için F.Bahçe sarı laciverttir. Hem de 'çubuklu sarı lacivert'. Nokta!
Yukarıdaki mesele değerlerle ilgiliydi... Birçok değerin parçalandığı veya en azından erozyona uğradığı, ancak yeni değerlerin de henüz oturmadığı bir çağdayız. O yüzden benim sarı lacivert ısrarım tutuculuk olarak görülebilir.
Şimdi yazacağım nokta ise tamamen 'objektif'. Hem nesnel, hem de objektifle ilgili: Tartışılacak bir yanı yok.
Yeşil çimen üstünde hareket eden yeşil formalı oyuncular, ekranda doğru dürüst görülmüyor.
Hangi aklı evvel bu formayı seçtiyse ona 'Ekran Tuhafı' madalyası verilmeli. Yayıncı kuruluşlar da buna itiraz etmemesi ayrı bir tuhaflık. Seyirciye maç izletmeliyiz, gölge oyunu değil...
Adana Demirspor maçını genç oyuncular için sonuna kadar izleyecektim. Mehmet Ekinci boş kaleye atamayınca 15'inci dakikada kapattım, kitaplarıma döndüm.
***
Kimse kendinden memnun değil
Geçenlerde bir kitapçıya girdim. 'Kişisel Gelişim' bölümünün büyüklüğü beni şaşırttı. İki buçuk metre yüksekliğindeki üç kocaman kitaplık onlara ayrılmıştı: Kimi alışkanlıkların gücünden söz ediyor, kimi vücut dilini okumayı garanti ediyordu.
Bilhassa iş yerinde daha aktif, daha yapıcı, daha bilinçli davranarak, başarılı olmak ve kariyer basamaklarını emin adımlarla tırmanmak isteyenlere yol gösteren bu kitaplar, dünyada 100 yıldır yayımlanıyor.
Ancak Türkiye'de yükselişe geçişleri 1990'ların başında oldu. Zamanında ben de bunlardan epey okumuş, özetleyen ve eleştiren çok sayıda yazı kaleme almıştım.
Ne var ki bu kadar çoğaldıklarını bilmiyordum. Bence bu yoğunluk bir işaret: Orta sınıftan 'beyaz yakalı' şirket insanlarının kendilerinden memnun olmadığını gösteriyor.
Herkes bir açığını kapamak istiyor. Biri "İyi konuşan biri olsam, müdür yaparlardı" derken, diğeri "Pazarlık yapmayı bilseydim, o siparişi kaçırmazdım" diye yakınıyor.
Kitap okuyarak başarılı olmak isteyenlere bir tavsiyem olacak: Kitaplar bilgi verir. Mutlaka okuyun. Ancak unutmayın: O bilgiyi işleyip kullanılır hale getiren kişiliğinizdir.
Kıssadan hisse: Kendini tanı!
***
Beyaz eşya senfonisi
Samsung firması çamaşır makinesi için üzerinde çokça konuşulacak bir hamle yaptı: 66 dakika süren yıkama programı için, yine 66 dakika süren bir beste ısmarladı.
Bizim bildiğimiz, ürünün reklamı üç-beş dakika sürer, kullanılan reklam müziği de yine en fazla üç-beş dakikadır.
Hadi işin dakika tarafını geçtik. Peki, makine için müzik yapmasını kimden istemişler dersiniz? 73 yaşındaki Britanyalı besteci Michael Nyman'dan!
?
Nyman'ı biz, Türkiye'de de gösterilen, çarpıcı sahneleri ve dramatik senaryosuyla gönüllerde yer edinen The Piano (Holly Hunter, Harvey Keitel) filminden biliyoruz.
Ancak Nyman sıradan bir film müzikleri bestecisi değil. Barok müzik uzmanı, senfoniler, operalar bestelemiş, ödüllü bir piyanist-besteci.
Önümüzdeki hafta Londra'da galası yapılacak parça için Nyman, "Makinenin çalışması tekrarlardan ve döngülerden oluşuyor. Bu da bestelemeye uygun bir düzen. Biz de zaten parçalarımızda böyle yapmıyor muyuz" diyor.
Tahmin edeceğiniz gibi, olay duyulur duyulmaz, klasik müziğin tüketim kültürüne feda edildiği, Nyman'ın Samsung'tan alacağı paralar için sanatı harcadığı tartışmaları İngiltere'de başladı bile.
Bence film müziği yapmak ile beyaz eşya müziği yapmak arasındaki mesafe çok fazla değil. İkisinde de sanatçı, kendi dışındaki bir 'şey' hakkındaki izlenimlerini ortaya koyuyor.
O şey, 'fırtına' gibi bir doğa olayı veya 'tarla eken köylülerse' saygın oluyor da, makine olduğunda mı saygınlığını yitiriyor?
Sergei Prokofiev, Aaron Copland, Leonard Bernstein, Philip Glass gibi aslında klasikçi olan ustalar, film müzikleri de bestelediler.
Önemli olan bestenin güzelliği... Bence temel soru şu olmalı: Ne amaçla bestelenmiş olursa olsun; 50 yıl sonra da eser zevkle dinlenecek mi, dinlenmeyecek mi?