İki yıl önce Çengelköy'ün meşhur çay bahçesinde dokuz yaşındaki karting sporcusu bir çocukla röportaj yapıyorum. Dokuz yaşındaki Rüzgar, müthiş bir konsantrasyonla sorularıma bilgece yanıt veriyor. İki saat sonunda dayanamıyorum ve Rüzgar'ın ebeveyni Hakan-Burcu Evci çiftine "Siz bu çocuğa hangi bilgisayar programını yüklediniz. Yemiş yutmuş, bu nasıl bir Türkçe, bu nasıl efendilik" diyorum. Ekstra bir şey yapmadıklarını, sadece okumayı çok sevdiğini söylüyorlar. Ne okuyorsun peki diye Rüzgar'a dönünce, "Şermin Yaşar'ın kitaplarını çok seviyorum" diyor. İşte Şermin Yaşar'ın peşine düşmem böyle başlıyor. Kelime Müzesi'nin ardından Anne Müzesi'nin açılışı sonrası randevu alıyorum.
-
Sizi bu müzeleri kurmaya iten dürtü neydi, neyi hedeflediniz? Neyin fark edilmesini istediniz?
- Dönem dönem üzerinde düşündüğüm, bazen canımı sıkan, hakkında dertlendiğim meseleler oluyor. Kendi hayat yolculuğum için de sık karşılaştığım bir durum bu. Ben meseleleri birer paragraf gibi algılarım; o dert, o konu bende bir paragraf olarak vardır. Bitiş cümlelerimi alışılageldiği üzere "Yapacak bir şey yok" diye bitirmek yerine, "Peki ben bu konuda ne yapabilirim" diye bitiririm. Çocuk ve oyun konusu bir dönem üzerinde epeyce düşündüğüm bir konuydu örneğin. Ebeveynlerin çocuklarınla oyunlar oynamasına nasıl katkı sağlayabilirim sorusu oyun temalı kitaplarımın, oyun takviminin, bir sosyal medya hesabının, çok sayıda seminerin sebebi oldu. Türkçe, Türkçenin söz varlığı ve Türkçe'ye ilgisizliğin verdiği rahatsızlık Kelime Müzesi'ni kurmamı sağladı. Aynı şekilde Anadolu annelerinin sırtını sıvazlamak istemem, onlara duyduğum saygı ve hayranlık Anne Müzesi'ni doğurdu.
- Gelişmiş ülkelerde nüfus artışı durma noktasına geldi. İnsanlar geç evlenip bir çocuk ya da çocuk sahibi olmama noktasında.
Üç çocuk annesi olarak fikirlerinizi merak ediyorum?
- Anne Müzesi'ne gelenler dünya ülkelerinden analık madalyalarını görebilecekler. Belki sizin de dikkatinizi çekmiştir; devletler nüfus politikaları gereği yahut yurttaşlık bilincini artırmak için tarihte zaman zaman çok çocuklu annelere madalya takdim etmiş. Bizde de pek bilinmese de 6 Mayıs 1930 tarihinde resmi gazetede yayınlanan bir maddeyle altı ve üzeri çocuklu annelere madalya yahut mükafat-ı nakdiye verilmesi kararlaştırılmış. Müzede Türkiye Cumhuriyeti çok çocuklu anne madalyasının bir örneğine, söz konusu resmi gazeteye ve dönemin konuya ilişkin gazete haberlerine ulaşabilirsiniz. Müze ekseninde konuya bu belgelerin ışığında bakıyorum. Şahsi fikrimi soruyorsanız bu çok gereksiz olur, zira dünyaya bir insanın gelmesine vesile olmak ve bunun sayısını belirlemek herkesin kendi yaşam dinamikleri, kendi dayanıklılığı ve hayata bakış açısı çerçevesinde kendisinin vereceği bir karar.
- Kelime Müzesi'nin aylık 10 bin ziyaretçisi olduğunu öğrendim. Bu sayı beni şaşırttı ve mutlu etti. Bu ilgiyi bekliyor muydunuz?
- Hayır. Kelime Müzesi'nin kuruluş amacı da motivasyonu da çok insana hitap etmek değildi.
Ben Türkçenin hak ettiği değeri ona kendi imkanlarım çerçevesinde sunmaya gayret ettim. Türkçeye sevdası olanların ilgisini çekeceğini düşünüyordum ama bu kadar çok insanın bu sevdaya düşeceğini hayal etmemiştim.
Çok mutluyum, çok sayıda ziyaretçi geliyor müzeye ve orada geçirdikleri bir, bir buçuk saat boyunca durup konuştukları dil üzerinde, Türkçe üzerinde, Türkçenin söz varlığı üzerinde düşünüyorlar.
Ayrıldıklarında dil ile ilişkilerinin gelmeden öncekinden çok daha farklı olacağına eminim. Bu inanılmaz bir mutluluk veriyor bana.
- Anne Müzesi'nin açılışında anneniz ve babanız da varmış. Anneniz, "Bak burası olmamış" dedi mi hiç...
- Süreçte hep destek oldular, var olsunlar.
Özellikle anneme fikrini sorduğum yerler çok oldu. Örneğin bir lohusa yatağı kurduk bir odaya. Geçmiş yıllara ait lohusa yatağı fotoğraflarının birbirine dantelle eklenmesinden oluşmuş bir cibinliği var yatağın. O cibinliği, annem, halam, birkaç akrabamızla birlikte ördük. O yataktaki yorgan, yastık, işlemeler annemin benim doğumumda kullandığı eşyalar. Yorganı kaplamamız gerekiyordu, annem müzenin açılışından önce gelip kendisi kapladı. Yatağı birlikte serdik. Bizim için de eşsiz bir deneyimdi tabii.
- Müzede bebek arabanız vb çok özel aile hatıraları da var. "Bizim özelimiz, kaybetme sakın" demediler mi?
- Babaannem de müze açılışında yanımdaydı. Örneğin, duvarda bir bindallı var. O aslında babaannemin, kendi düğününde giymiş, ondan anneme, annemden de bana geçti. Ben de müzede sergiledim. Pek çok bebeklik eşyam, birazı annemde, birazı babaannemde olmak üzere saklanmış. Ellerine geçeni sen bunu kesin değerlendirirsin diye bana ayırırlar, verirler. Ben de elimden geldiğince kıymet veriyorum, doğru değerlendirmeye gayret ediyorum.
ÇOCUKLUĞUMUZUN BİTTİĞİNE KİM KARAR VERİYOR?
- Sizinle ilgili en çok söylenen, çocuklar için yazdığınız kitapların anne babaların da çok ilgisini çektiği yönünde. İki ayrı nesle hitabet yeteneği; üç çocuk annesi olmanın getirdiği bir yetenek mi, yoksa çocukken edinilen -sanırım aile büyükleri ile yaşamak- hayat tecrübesi mi?
- Babaannem beni "büyükle büyük, küçükle küçük olur yavrum" diye anlatırdı başkalarına, bu sorunuz bana onu anımsattı. Ben aslında insanı çocuk, genç, yaşlı diye ayırmıyorum. Kendimi de öyle. Çocukluğum uzaklarda bir yerlerde değil, yanı başımda. Gençliğim de bir yere gitmedi, o da yanımda duruyor. Yaşlandığımda da her halim benimle olacak inşallah. Beden aynı beden, ruh aynı ruh. Kim belirliyor bunları? Çocukluk şu yaşta biter, oradan gençliğe geçersin, o çağ kesin çizgilerle kapanır ve yaşlanırsın. Bu bir kural değil. Hayır, sen deneyimleyerek, öğrenerek, kendini yontarak, boyayarak yaşamda varlığını devam ettirirsin. O zaman hem çocuk olursun hem yaşlı, hem bu zamandasındır, hem geçmişte. Özellikle çocuklardan çok duyduğum bir cümle, "Sen bizi anlıyorsun" cümlesi. Anlıyorum çünkü ben de hala çocuğum. Unutmadım ki çocukluğumu. Unutmamı gerektirecek bir şey yok çünkü, hala içindeyim. Ama aynı zamanda yetişkinim, aynı zamanda ebeveynim ve hâlâ çocuğum.
TÜRKÇEDEN ŞEKER YEDİĞİMİ
- Evinizdeki kütüphanenizde başköşede olan bir kitap mutlaka vardır. Hangisi acaba?
- Tabii, pek çok kitap var aslında böyle. Aklıma gelenleri sayayım, Nihat Sami Banarlı Türkçenin Sırları, İsmail Habib Sevük Tuna'dan Batı'ya, Refik Halid Karay Üç Nesil Üç Hayat, Bedri Rahmi Dol Karabakır Dol, Yunus Emre Divanı... Bu kitapları okurken Türkçeden bir şeker yiyormuşum gibi gelir, çok severim.
YENİ NESLİN NASİHATA DEĞİL, İYİ ÖRNEKLERE İHTİYACI VAR
- Üç çocuk büyüten bir anne olarak; nasıl bir nesil geliyor?
- Ben daha kendi derdimdeyim, kendimi insan etme gayretindeyim, kendi çabamdayım. Ancak da çocuklara iyi örnek olmaya çalışarak onların kendi süreçlerine destek veriyorum. O yüzden gençlik şöyle, gençlik böyle, yeni nesil şöyle diyecek bir halim yok. Odamın penceresinde şöyle bir levha asılı. "Çocukların nasihatten çok, iyi örneklere ihtiyacı vardır" yazıyor. Nasihate ihtiyaçları olmadığı gibi, eleştiriye de ihtiyaçları olduğunu düşünmüyorum. Biz kendimize bakalım.
İLK MECLİS'İN AÇILIŞINDAKİ ÇOCUK İLHAM VERDİ
- Yeni nesil müzelerde selfi çekmeye bayılıyor. Bir müze nasıl gezilir, sizden dinlemek isteriz.
- Bir kere bence bir müzeye bir kere gidilmez. Her gittiğinizde başka bir şey sizi yakalar ve o sizin o günkü kârınızdır. Bir süre bunu düşünür, bunu konuşursunuz. Kendi yaşantımdan bir örnek vermek isterim. Bir keresinde Kurtuluş Savaşı Müzesi'ni gezerken orada bir fotoğraf dikkatimi çekmişti. Epeyce durdum fotoğrafın önünde. Sonra devamını gezdim ama odaklanamadım. O fotoğrafın da fotoğrafını çektim. Sonra eve gidince çıktısını aldım. O fotoğraftan bir tane bastırdım. Fotoğraf I. Meclis'in açılış gününde çekilmiş. Müthiş bir kalabalık var Meclis'in önünde. Ön saflarda erkekler, arkada kadınlar, arkada bir yerlerde bir çocuk var. Sokak satıcısı bir çocuk. Ben o çocuğu fark ettikten sonra günlerce Milli Mücadelede çocuklar, Cumhuriyetin ilk yıllarında çocuklar ve yaşantıları, yetimhaneler, sokak satıcıları gibi konular üzerinde okuma yaptım. Bir fotoğraf bana günlerce süren bir meşguliyet verdi, başka öğrenme kapıları açtı. En nihayetinde İlber Ortaylı Hocamızla birlikte yazdığımız Cumhuriyetin İlk Sabahı isimli kitaba kahraman oldu o fotoğraftaki çocuk. Elbette her zaman bu derinlikte gezmek mümkün değil. Ama müzeye girip çıktıktan sonra sizin hayatınızda bir ateşi yakmalı, bir ateşi söndürmeli, bir rüzgar estirmeli içinizde. Bu dikkatle gezmekte fayda olduğunu düşünüyorum.