Son yıllarda biyografi filmlerinin bir şekilde müzisyenlerin hayatına odaklanması tesadüfi olabilir mi? Hem Türk sinemasında hem de dünya sinemasında böyle bir eğilimin olması biraz da hayatımızda farklı şekillerde tezahür eden değer aşınmasıyla ilgili galiba.
Birçoğu ikonik figürler, ki belki de bu yüzden onların insani yönlerini görememişiz. Biyografi filmleri sayesinde onları, tüm zaafları ve erdemleriyle keşfediyoruz sanki. Kimine vakti zamanında hak ettiği değeri verememişiz, şimdi vererek biraz vicdani rahatlama yaşıyoruz. Kimini bir hatası, bir davranışı nedeniyle fena yargılamışız, sanki bir pişmanlıkla şimdi hatamızı telafi etmeye çalışıyoruz... Yani bu müzisyenlerin, şarkıcıların hayatlarının yeniden gündeme gelmesi biraz da kendimize yönelik bir hamle gibime geliyor.
2018'de vizyona giren Kevin Macdonald'ın Whitney belgeseli sayesinde, bu bahsettiğim yargılayıcı bakışın ne kadar hoyratça olduğunu anlamıştık. Çünkü Macdonald aslında starın bu şekilde bir hayat sürmesinin sorumlularını da gösteriyordu bize... Dün vizyona giren, Kasi Lemmons'un yönettiği; İki Papa, Bohemian Rhapsody, En Karanlık Saat, Her Şeyin Teorisi gibi filmlerin senaristi Anthony McCarten'in senaryosunu yazdığı I Wanna Dance With Somebody için de dört yıl önce izlediğimiz belgeselin kurmaca hali diyebiliriz. Çünkü benzer bir perspektiften bakıyor Houston'ın hayatına...
O muhteşem sesin keşfedilmesi, listeleri altüst eden şarkıların bir bir ortaya çıkması, kırılması hâlâ zor olan rekorlara ulaşması sonra tüm o şöhreti taşıyamaması gibi bir akış olsa da filmin olay örgüsünde aslında Whitney'in nasıl bir markaya dönüştüğünü izliyoruz alttan alta. O öncelikle babası, kocası ve yakın çevresi tarafından altın yumurtlayan tavuk olarak görülüyor. Ona biçilen görev sadece şarkı söylemesi. O şarkı söyleyecek, diğerleri de onun yarattığı markadan nemalanacak. Ne kendi hayatını var etmesini, ne de kendi isteklerini çoğu umursuyor. Sadece onun sesinin kıymetini bilen ve onun özel olduğunu anlayan yapımcısı Clive Davis (Stanley Tucci) ve yakın arkadaşı Robyn Crawford (Nafessa Williams) Whitney'i önemsiyor. Lakin omuzlarına yüklenen sorumluluktan dolayı da Whitney'in de onları dinleyecek dermanı ve mecali yok. Böyle başlıyor çöküş...
İşte o çöküşün bütün faturasını yıllar önce özellikle medya ve müzik endüstrisi Whitney Houston'a kesmişti. Lakin hem belgesel hem de film faturayı başkalarına kesiyor haklı olarak. Bir anlamda kolektif hafızamıza işleyen 'Whitney Houston hayatını kendi elleriyle mahvetti' algısını ters yüz ediyor.
Bu yaklaşımıyla film gayet iyi. Whitney Houston'a hak ettiği itibarı yeniden takdim ediyor. Ama bunun yanı sıra müzisyenin hayatına bütüncül bakma çabası onun hayatındaki birçok çatışma ve çelişkinin yine gölgede kalmasını sağlıyor. Mesela babasıyla ilişkisi, film tamamen bunun üzerine de kurulabilirmiş. Ki hatırlanırsa Elvis filminde müzisyen ve menajeri üzerine kuruluydu film ve onların çatışmalı hali üzerinden efsanenin hayatı anlatılıyordu. I Wanna Dance With Somebody filmi için de böylesi bir özel bakış geliştirmek gerekiyormuş. Biraz bu ıskalanmış gibi geldi bana... Bu ıskalamayı biyografi filmleri konusunda uzman olan senarist Anthony Mc- Carten hanesine yazma taraftarıyım... Lakin McCarten çok dersine çalışmamış gibi gelse de Whitney Houston'ı canlandıran Naomi Ackie performansıyla yıldızını parlatıyor. Hollywood'un sevdiği türden dışa dönük bir performans sergiliyor. Ki bu haliyle Oscar adayları arasında kendine yer bulması da muhtemel.