Birkaç hafta önce vizyona giren Altın Palmiye'li Hüzün Üçgeni, iki modelin zenginlerle yaptığı bir yolculuktan yola çıkarak bugünün ultra kapitalistleriyle ve onların oluşturduğu sistemle gayet güzel dalgasını geçmişti. Bu hafta vizyona giren Mark Mylod'un yönettiği The Menu ise bir şefin yaşadıkları üzerinden gastronomi dünyasını hedefine koyuyor.
The Menu çok ünlü bir şefin, bir adada bulunan restoranında, seçkin bir gruba vereceği bir akşam yemeğini anlatıyor temel olarak. Sonradan görme, her şeye parayla sahip olacağını düşünen yeni nesil zenginler, popüler oyuncular, burnundan kıl aldırmayan yemek eleştirmenleri, taparcasına sevdiği insanın her yaptığını onaylayan edilgen hayranlar, para ve güç ilişkisiyle sistemin kalbine yerleşen kapitalistler bir tekne ile restoranın bulunduğu adaya gidiyorlar.
Şef Slowik (Ralph Fiennes) ve ekibinin gruba sonradan dahil olan Margot (Anya Taylor-Joy) dışındaki herkesle ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olduğunu filmin başında anlıyoruz. Otoriter ama işinin ehli olan Şef Slowik konuklarına "Yemekleri yemeyin, tadın" diyerek günümüz gastronomi dünyasında yemeğin doymak için değil tatmak için var olduğu anlayışını onlara hatırlatıyor. Orijinal, birbirinden ilginç yemekler teker teker servis edilirken, şef yardımcısının intihar etmesi ile film başka bir boyuta geçiyor.
Ama Margot dışındakiler bu intiharı şovun bir parçası olarak algılıyor ve önüne konan lezzetleri tatmaya devam ediyor. Müşterilerden birinin parmağının kesilmesi sonrası ise herkes aslında son yemeğini tattığını anlıyor. Çıkışı kontrol altında olan restoranda ve adada mahsur kalan bir grup seçkinden şefin intikam aldığını anlıyoruz. Şef Slowik işinin ehli olduğu gibi insan yönetme konusunda da uzman. Lakin Margot gibi hesapta olmayan biri var karşısında. Kimselerin cesaret edemediği sözleri o söylüyor şefe. Yemeğini beğenmediğini çünkü karnının doymadığını adeta ağzından tükürük saçarak haykırıyor. Ki bu şefin az biraz da hoşuna gidiyor.
Tam da filmin esas meselesi burada yatıyor. Gastronomi dünyasının son 20-30 yılda yarattığı illüzyon sayesinde yemeğin işlevinin değişmesiyle ve doğal olarak restoranların ve şeflerin geçirdiği evrim. Bu noktada film, şeflerin yaratıcılıklarının nasıl bir rekabet ortamında şekillendiğini, bu ortamın onları nasıl mutsuz birer insan haline getirdiğini gösteriyor bize. Ki bu durumun sadece şeflerle ilgili olmadığını, yaratıcılık gerektiren her türlü meslek için de geçerli olduğunu anlıyoruz. Başarı denilen illüzyonun insanı yaptığı işten soğutması... Ama bu illüzyonun da sistem tarafından oluşturulması... Film ve tabii şefimiz Slovik'in hedefinde bu var. Ve bundan intikam almaya çalışıyor.
Bir zamanlar klasik ve ucuz hamburgerler yapan ve bu durumdan mutlu olan şef Slovik, dünyanın en önemli şefi olmuş olsa da gelinen noktada başarılı bir mutsuz insan. Ve mutsuzluğunun müsebbiplerine mükemmel bir son gece yemeği sunuyor... Ralph Fiennes ile Anya Taylor-Joy performanslarıyla sürüklediği, yönetmen Mark Mylod'un başarı delisi sistemi gastronomi dünyası üzerinden eleştirdiği kayda değer bir film The Menu. Acaba, şefler izleyince hak verecek mi onu merak ediyorum.