Altın Palmiye'li Kare filminde burjuvazinin toplumsal duyarlılığının aslında olmadığını ve sanat üzerinden bu duyarlılığın varmış gibi gösterildiğini anlatan, Turist filmindeyse orta sınıfın insani ve ahlaki duygularının nasıl yozlaştığını, bunun da insanı nasıl bir çürümenin eşiğine getirdiğini gösteren yönetmen Ruben Östlund günümüzün iddialı yönetmenlerinden biri. Bu yıl Altın Palmiye alan son filmi Hüzün Üçgeni'nde çıtayı daha da yükseltiyor yönetmen. Bu sefer hedefinde tam teşekküllü kapitalistler ve onların oluşturduğu sistem var.
Bir grup genç erkeğin, model olmak için seçmelere katılmasıyla açılıyor Hüzün Üçgeni. Yakışıklı olmak, iyi yürümek ve bir de kaslı bir vücuda sahip olmak gerekiyor model olmak için. Ki tüm bunlara rağmen sistemin bu insanlara vadettiği güzel bir hayat değil. Carl'ı böyle tanıyoruz. Lakin onun sevgilisi popüler bir manken olan Yaya ile ilişkilerinden paranın bir ilişkide ne kadar önemli olduğunu da öğreniyoruz. Vücutlarıyla para kazanan bu iki gencin tuhaf var olma mücadelesi, ışıltılı bir dünyanın içinin çok da dolu olmadığını gösteriyor bize. Bu manken çiftin, bir şekilde milyarderlerin bir gemi yolculuna dahil olmasıyla da macera başlıyor...
ZENGİNLERİN GEMİSİ
Gemi adeta 20. yüzyılın ta kendisi. Milyarderler, dünyanın gidişatını yön veren sermayedarlar. Silah tacirleri de oligarklar da var gemide, paradan para kazanan bir nevi neo-libareller de... Gemi çalışanları ise işçi sınıfını temsil ediyor... Burada modern dünyada sınıfsal ilişkilerinin daha doğrusu sınıfsal çatışmanın nereden nereye geldiğini bilmeyene yalın, bilene ise ironik bir şekilde anlatıyor yönetmen Östlund. İşçi sınıfına ya da çalışan sınıfa vaat edilen mutluluğun bile nasıl zenginlerin bahşettiği bir şey olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Şahane yemek sekansı ve ABD'li sosyalist kaptan ile Rus yeni kapitalistin absürt gelebilecek sohbeti insanlığın nasıl bir çürüme içinde olduğunu, bu çürümede sermayedarların nasıl günahları bulunduğunu da anlamamızı sağlıyor.
Sonra gemiyi korsanlar basıyor ve bir grup adaya düşüyor. Sineklerin Tanrısı'nı hatırlatan bir süreç yaşanıyor adada. Burada kartlar yeniden karılıyor. Paranın geçer akçe olmadığı bir dünyada çalışan sınıf birden becerileriyle iktidarı ele geçiriyor. Lakin Östlund da el artırıp, asıl sorunun kapitalist sistemden değil sınıfların iktidarla kurduğu ilişkiden kaynaklandığı anlatmaya başlıyor. İnsanın da sınıfların da iktidarı ele geçirince diğerleriyle nasıl hiyerarşik bir ilişki kurma eğilimi içinde olduğunu bize gösteriyor.
İKİNCİ ALTIN PALMİYE
İki kere Altın Palmiye kazanarak Francis Ford Coppola, Ken Loach, Emir Kusturica, Dardenne Kardeşler ve Michael Haneke gibi önemli yönetmenlerle anılmaya başlayan Ruben Östlund, filmde hiçbir karakterini yargılamıyor. Ama günümüz insanının içindeki kaypaklığını ya da insanın hayatta kalmak ya da konfor alanını terk etmemek, genişletmek için nasıl omurgasızlaşabildiğini de komik bir şekilde gösteriyor bize.
Kaptan rolündeki Woody Harrelson, Rus oligarkı canlandıran Zlatko Buric ve adaya düşünce iktidarı ele geçiren çalışan Dolly De Leon'un çok iyi performans sergilediği Hüzün Üçgeni 20. yüzyıldaki sınıfsal ilişkiler ironisiyle başlayıp uygarlık tarihine, oradan da insanlık tarihine uzanan bir üçgende, bir tuhaf çürümenin traji-komik öyküsü aslında... İnsanın kendisi için istediği mutluluğu başkası adına isteyememesinin de bir garip resmi...
Fakat şöyle de bir durum var sinema dünyasında. Mesela benzer meseleleri anlatan Ken Loach, hayatın akışı onu doğrulasa bile sisteme yaptığı eleştirel yaklaşım yüzünden hep aynı filmi çekmekle eleştirilirken, Ruben Östlund bir şekilde Loach'u eleştirenler tarafından göklere çıkartılıyor. Bu da zannımca sinema dünyasındaki çürümeye bir örnek teşkil ediyor...