Birkaç hafta önce Kenneth Branagh'ı, hem yönettiği hem de oynadığı Nil'de Ölüm filmiyle sinemalarımıza konuk etmiştik. Lakin ondan asıl beklediğimiz film Belfast'tı...
Çünkü kendi yaşamından yola çıkarak çektiği Belfast yedi dalda Oscar'a aday olmuştu. Üstelik sezonun da merak edilen filmlerinden biriydi... Bu hafta seyirciyle buluşan Belfast'ta Kenneth Branagh, 1960'lar dünyasına, büyüdüğü Belfast'a götürüyor bizi.
Her şeyin mükemmel olduğu, çocukların istediği şekilde oynadığı Belfast'taki işçi mahallesinin çehresi, bir anda baş gösteren çatışmalarla değişiyor. Mahalle dikenli tellerle çevriliyor. Giriş çıkış denetim altına alınıyor. Dokuz yaşındaki Buddy (Jude Hill) bazı şeyleri sezinlese de Protestan olan babası (Jamie Dornan) bu çatışmada taraf olmak istemiyor ve ailesiyle birlikte Belfast'tan taşınmak istiyor. Lakin anne (Caitriona Balfe) direniyor. Çünkü onun için Belfast çok şey ifade ediyor.
Buddy, çatışmalı bir ortamda çocukluğunu yaşamaya çalışsa da ailesinin taraf tutmaya zorlanması ve yaşanan süreç, onun çocukluk günlerini öyle ya da böyle gölgeliyor. Bu parçalı bulutlu günlerde Belfast, Buddy için farklı bir anlam kazanıyor. Oturduğu mahalleyle, oradaki insanlarla kurduğu güçlü ilişkilere daha fazla kıymet vermeye başlıyor. Ama çatışmalar arttıkça da mahalle yaşanabilir olmaktan çıkıyor...
Kenneth Branagh'ın otobiyografik özellikler taşıyan filmi aslında bir yandan bir büyüme hikayesi olarak okunabilir. Öyle bir eğilim de var ama öte yandan bir anne ve babanın her şeye rağmen çocuklarının güvenliği ve geleceği için çok şeyden, hatta kendilerinden bile vazgeçip onları şiddet ortamından uzak tutma çabasının filmi olarak görülebilir Belfast.
Zaten Kenneth Branagh'ta Buddy'i merkeze aldığı noktalarda daha naif, yer yer duygusal bir anlatıma yönelirken söz konusu ailenin yaşadığı süreç olunca büyük bir özenle anne ve babanın içinde bulunduğu gergin durumu anlatmaya çabalıyor. Bunda da başarılı oluyor. Üstelik bunu hem sade hem de derinlikli bir sinematografiyle yapıyor. Açıkçası görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos'un harika kadrajları filmin dramatik ve duygusal vuruculuğunu da artırıyor.
Lakin Belfast'ı, Alfonso Cuaron'un Roma'sı Paolo Sorrentino'nun Tanrı'nın Eli ile düşününce şöyle bir soru geliyor insanın aklına. Kalburüstü sinemacılar neden çocukluk günlerine dönüyorlar? Ki o günler filmlerde anlatıldığına bakılırsa da oldukça travmatik günler... Galiba geçmişte, günümüz dünyasında kaybolan bir şeyler aranıyor gibi geliyor bana... Mesela üç filmde de vurgulanan bir aile meselesi var. Naçizane bunun üzerine düşünmek gerek!
BU ŞEHİR ARKADAN GELEMİYOR
Macera kitapları yazarı Loretta Sage (Sandra Bullock) yeni kitabını çıkarır ama tanıtım aşamasında kaçırılır. Çünkü onun yazdığı kitaptaki antik kentin izini süren bir manyak milyarder (Daniel Radcliffe) vardır. Yazarımızın kitapların kapağında boy gösteren manken Alan (Channing Tatum) ise kendini kanıtlamak için Loretta Sage'i kurtarma adına onun peşine düşer. Böylece macera başlar. Arkeolojiyi merkeze alan macera filmlerine diyecek bir şey yok... Keşif, macera, kaçma kovalama, aşk... Malum yıllar içerisinde sinemada bu tür filmler için bir anlatım kalıbı oluşmuş durumda. Adam Nee ve Aaron Nee'nin yönettiği Kayıp Şehir işte bu anlatım kalıbını iyi etüt etmiş bir film olarak başlıyor. Ve kısa sürede aslında niyetinin bu tür filmlerin parodisini yapmak olduğunu ortaya koyuyor. Eğlenceli bir şekilde de amacına uygun film akıp giderken ikinci yarıda film amacını unutuyor ve birden ciddileşip bir macera filmine dönüşüyor. Bu noktada da seyirlik keyfi azalıyor. Yani Kayıp Şehir amacından şaşmasa eğlenceli bir film olabilirmiş. Ama amacından şaşınca büyüsünü yitiriyor. Geriye de konuk oyuncu olan Brad Pitt'in kendi personasıyla dalga geçtiği performansı kalıyor...