Şu aralar komedyen dünyasının yıldızlarından biri Hasan Can Kaya. Yaptığı Konuşanlar programı herkesin dilinde. Programa katılan insanların her türlü zaafından, travmasından bahsetme ve yeri gelince kendileriyle dalga geçme hali kıymete değer. Hele hele her şeye karşı toleransımızın azaldığı şu günlerde. Nasıl oluyorsa oluyor Hasan Can Kaya bizi birbirimizle ve kendimizle barışık hale getiriyor. Belki de bu onun başarısının sırrı, bilinmez. Ama onun mizah anlayışının hayli rağbet gördüğü kesin. Öyle ki dijital ortamda izlenme rekorları kırıyor programı. Hasan Can Kaya Anadolu'da nereye giderse gösterisi kapı pencere kırdırıyor. Lakin Hasan Can Kaya'nın ünü çoktan Edirne'nin de ötesine geçmiş durumda. Avrupa turnesi sırasında meşhur Oxford Üniversitesi'nden davet alacak kadar hem de.
Güngören'de geçen bir çocukluk, üniversiteyi terk etmesi, erken yaşta dizi ve sinema sektörüne girip yıllarca hırpalana hırpalana çalışması düşünülürse Hasan Can Kaya'nın ki mühim bir başarı öyküsü. Ama o "Sonunda başardım işte" diye nara atmıyor, "Eyvallah" deyip işini yapmaya devam ediyor. Biz de Oxford Üniversitesi'ndeki konuşması sonrası Türkiye'ye dönünce buluştuk ve koyu bir sohbetin fitilini ateşledik.
- Oxford'da akademisyenler ve öğrenciler arasında bir anket yapılıyor. Türkiye'den hangi komedyeni getirelim diye. Seni tercih ediyorlar. Ve sen Oxford'dan davet alıp gidip orada konuşma yaptın. Üniversite terk bir insan olarak nereden nereye dedin mi?
- Sevindim tabii. Yaptığım programın toplumun
her kesiminden insan tarafından izlediğini biliyorum.
Asgari ücretle geçinen insanımız da izliyor, entelektüel
birikimi olan insan da. Programıma Sorbonne dahil
dünyanın pek çok önemli üniversitesinde çalışan akademisyenleri
konuk etmişliğim var. Oxford'tan davet
almak bu durumun nişanesi oldu açıkçası. Evrensel
bir dünyaya hitap edebildiğimi anladım. Oxford'da
konuşma yaptığım salon dünyanın en prestijli konferans
salonlarından biriymiş. Benden önce Obama, Clint
Eastwood konuşma yapmış salonda. Herkes siyah elbise
giyip papyon takıp gelmişti. Bir tek ben de yoktu.
- Eee sen zaten kravat takan bir insansın?
- İşte ekip unutmuş takım elbiseyi bavula koymayı.
Daha doğrusu "Anneniz hazırladı bavulu" dediler. Ben
de hırkayla çıktım. Hırkanın sınıfı yoktur ya. Silikon
Vadisi'ndeki milyarderler de giyer entelektüel de yoksul
da. Biraz durumu oraya getirdik. Çalıştı bence. Neticede
gurur duydum o salonda konuşmaktan. Ama şunu
da söyleyeyim. O kadar çok zamandır çalışıyorum ki,
bir başarı durumunda oley be duygusu olmuyor. Olsun
istiyorum ama olamıyor.
- Madem bavulu annen hazırladı o neler hissetti?
- Anne mutluluğuydu onunkisi. Neticede ÖSS'de
Oxford'u kazanmadım. Şöyle bir durum var. 2018'de
babamı kaybettik, o yıllarda ablam da kanser atlattı. Bunun
için muhafazakar olmasa da bizim ailede dünyevi
başarıları aşırı bir şekilde coşkuyla karşılama durumu
yok. Muhtemelen annem bir torun haberi alsaydı daha
çok sevinirdi.
HAYATIN BENİM ETRAFIMDA DÖNMEDİĞİNİ BİLİYORUM
- Anladığım kadarıyla kendi başarına özel bir anlam yükleme derdin yok.
- Biricik bir insan değilim. Milyarlarca insan var. Kendi mesleğimde bile benden daha yetenekli arkadaşlar var. Martin Eden romanını bilirsin, 1900 yılında geçer, adeta bizim bu sektörde geçen olayları anlatır. Ahmet Uluçay var, sadece bir uzun metraj film çekebildi olanaksızlıklar ve piyasa haksızlıkları yüzünden. Oğuz Atay'a yıllarca hak ettiği değer verilmedi. Mesela sinemamızda bir Sadık Şendil gerçeği var. Kimse bu değerli insandan bahsetmiyor. Oysa 20 insan onunla ilgili bir rüzgar estirse. Sözleri tişörtlere basılır. Dolayısıyla hayatın bana yaşattıkları yüzünden öfke yerine şükran duygusuna daha yakınım. Babam başarılarımı göremedi diye üzülüyorum ama annem de göremeyebilirdi. Çünkü başarı, sadece yetenekle ilgili değil. Dönemle, nasıl bu yeteneği gösterdiğinle, insanların arayışıyla falan da ilgili... Hayatın benim etrafımda dönmediğini çok iyi bildiğim için başarılı olma haline özel bir anlam yüklemiyorum.
BU BAŞARININ ARKASINDA 15 YILIM VAR
- Senin yaptığın programa her kesimden insan geliyor. Ve ilginç bir şekilde bu insanlar seninle zaaflarını paylaşıyor. Bununla yüzleşiyorlar. Şimdi dışarıda onlardan birine zaafını söylesen kavga çıkar vallahi. Nedir senin mizahının sırrı?
- Beni seven ve izleyen insanların
mizah anlayışının kaliteli olmasına bağlıyorum.
Çoğu kendiyle barışık insanlar.
Kendiyle barışık olan insan, kendisiyle
dalga geçmeyi sever. Küçük kompleksleri
yoktur. İddialı bir tarzımın olduğunun
farkındayım ama bu iddianın altını doldurmak
daha önemli. Ofansif şaka topuna
giriyorsan karşındakini güldürmek zorundasın.
Bunu başaramazsan aynı şekilde
çuvallaman da iddialı olur.
- Peki insanlara travmalarını anlattırmayı ve onlara güldürmeyi nasıl beceriyorsun?
- Birisi aldatıldığını anlatıyor. Malum,
aldatılma bir travmadır. Bunu da dışarıda
arkadaş olma ihtimali az olan bir insan
grubunun içinde anlatıyor hem de. Ama
buna hep beraber gülüyoruz. Naçizane bu
travmayı tedavi ediyoruz gülerek. Biraz da
galiba grup terapisi oluyor programlarım.
Şimdi başörtülü, başörtüsüz, zengin fakir
her kesimden insan var. Hatta bir programda
Stanford Üniversitesi'nden bir arkadaş
ile Kocaeli'den otostopla İstanbul'a
gelmiş işsiz bir genç arkadaş yan yanaydı.
Aynı şeye güldüler. Mizahın böyle birleştirici
bir yanı var. Ve mizahın bu özelliğini
ortaya koyan bir iş çok uzun süredir
yapılmıyordu. Bana nasip oldu. Ama tabii
bu işin arkasında 15 yıllık bir çaba var.
- 15 yılda çok mu gözlemledin insanları... Her kesimden insanla çok rahat diyalog kurabiliyorsun.
- Ya aslında ben biraz her kesimden
gibiyim. Güngören'de büyüdüm. Lise çağlarında
deli gibi kitap okumaya başladım.
Ama kitap okurken kahveye de gidiyordum.
Lise sonda sinema ve dizi sektörüne
girdim. Entelektüel bir çevreydi. Lakin
mahallede fırsat buldukça tribüne de takılıyordum.
Sonra mahalleden koptum.
Film sektörüne işçi olarak girdim önce
set işçiliği daha sonra fikir işçiliği yani
senaristlik yaptım uzun yıllar. Dolayısıyla
'muhabbet ilmini' her kesimden insanla
mesai yaparak kendi kendime öğrendim.
-
Mizah bir yetenek işi. Hayat seni, bu mizahı ortaya koymak için hazırlamış. Ama bir de sahne performansın var.
- Senaristlik yaparken eşzamanlı olarak
Leman Kültür Merkezi'nde uzun süre
ünsüz stand-up yaptım. Ünlü olana kadar
belki yüzlerce kez sahneye çıktım. Daha
sonra kulaktan kulağa kuyruk olmaya başladı
oyunlara. Hatta haftada dört güne çıkardım
gösterileri. Sıfırdan santim santim
böyle bir etki yaratmak bende büyük bir
özgüven yarattı. O yüzden şimdi memleketin
en büyük ve en prestijli salonlarında
nasıl bu kadar rahat olduğumu sorduklarında
benim için tatil gibi olduğunu söylüyorum.
Çünkü tabiri caizse bu işi çok
zor koşullarda yapa yapa öğrendim.
-
Doğaçlama ya da ofansif mizah yaparken neye dikkat etmek gerekir?
- Ben mizahı ofansif-defansif diye
ayırmıyorum. Mizah temelde zaten çelişkiden
beslenir. Ve bunun altını çizer.
Yani dediğiniz anlamda ofansif bir şeydir.
Benim için en önemli kriter yapılan şakanın
muhatabını da güldürebilmesidir.
Günümüzde de bizimle benzer mizah
yapmaya çalışan ama yapamayan arkadaşların
atladığı şey şu; iyi şaka karşındaki
zekayı küçümseyerek yapılmaz. Tam tersi
karşındakinin zekasına hak ettiği ilgiyi
gösterirsen yapılabilir. Seyirciye şaka
yapmak onları aşağılamak ya da yenmek
değildir. Tam tersi onları kendi neşenize
dahil etmektir.
- İnsanlar çok gergin bu memlekette. Ama senin programında öyle anlayışlılar ki... Sen bizi kendimizle ve birbirimizle barıştırmayı nasıl başarıyorsun?
- Hayatımda aldığım en güzel eleştiri.
Teşekkür ederim. Toplumda
insanların kendine ve birbirlerine
karşı toleransının azaldığının ben
de farkındayım. Bazen program
başlarken birbirine kuşkuyla bakan
bir grup yabancı, program bittiğinde
lisenin arka sırasındaki
dörtlü gibi oluyor. Omuz
omuza gülme krizine
giriyorlar. Bu mizahın
birleştirici
gücüyle
ilgili. Bir
komedi işi
zaten bunu
kitlesel anlamda
başarıyorsa,
orada
kaliteli mizah
vardır.