Cannes Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan, usta yönetmen Semih Kaplanoğlu'nun son filmi Bağlılık: Hasan, Türkiye'de ilk defa Antalya Film Festivali'nde gösterilmişti. Merakla beklenen filmi festivalde izlediğim zaman Kaplanoğlu'nun kariyerinin en iyi filmlerinden birine imza attığını düşünmüştüm. Zamane insanının köksüzlüğü, köksüz kaldıkça kendinden başlayarak en yakın çevresiyle, akrabalarıyla, arkadaşlarıyla, doğayla, hayvanlarla ve bu dünyayla kurduğu ilişkinin ister istemez nasıl yozlaştığını anlatan epik bir film olarak görmüştüm Bağlılık: Hasan'ı. Sıcağı sıcağına yazdığım yazıda da Kaplanoğlu'nun "Maddi ve manevi bir ekosistemin içinde doğup büyüyen insanın, bu ekosistemden kendini soyutlayıp ona karşı olma halinin getirdiği vicdani yıkımı usta işi bir sinematografi ile anlatıyor" demiştim. Türkiye'nin bu yılki Oscar adayı olan film artık vizyonda.
Film, temel olarak Çanakkale'de çiftçilik yapan Hasan (Umut Karadağ) ve eşi Emine'nin (Filiz Bozok) hikayesini anlatıyor. Yoksulluktan gelen çiftle tanıştığımızda görüyoruz ki hali vakti yerinde. Hayata tutunma fırsatlarını değerlendirme konusunda ikisi de pek mahir. İnsanlarla ve toprakla, doğayla hep fayda temelli bir ilişki kuran bu çiftin olağan hayatı, üç yıl önce hacca gitmek için yaptıkları başvuruya olumlu cevap gelmesiyle değişiyor. Çünkü hac yolculuğu öncesi herkesle helalleşmeleri gerekiyor. İşte bu süreç özellikle Hasan için sancılı geçmeye başlıyor.
Kaplanoğlu bu helalleşme süreci üzerinden aslında zamane insanının, köksüzleşme sürecinde nasıl savrulduğunu tane tane anlatıyor. Bu köksüzleşmenin ahlaki yıkımlarını, vicdani sancılarını ele alırken işin temelini de gözden kaçırmıyor. Kapitalist sistemin dayattığı değerlerle biçimlenen insanın nasıl şekilden şekle girdiğini, özünden kopup kendine, kadim değerlerine hatta inancına yabancılaştığını hikayenin arka planında çok güzel bir şekilde ele alıyor.
Dünyanın çivisinin çıktığı bir dönemde, bizden bir sinemacının bu durumla ilgili değerli bir durum tespiti Bağlılık: Hasan
. Kaçırmayın derim.
GERÇEK SONRASININ F İLMİ
Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazanan Julia Ducournau'nun Titane filmi de yine insanlık nereye gidiyor diye dertlenen filmlerden biri. Ya da zamanın değer yozlaşmasının insanı nelere savurduğunun bir başka hikayesi. Raw filmiyle tanınan yönetmen Julia Ducournau, babasıyla yaptığı yolculukta kaza geçiren ve kafasına titanyum bir metal takılan Alexia'nın (Agathe Rousselle) öyküsünü anlatıyor bize. Metalaşan, mekanikleşen, kavramların, olguların ters-yüz edildiği bir dünyanın içinde Alexia, duyduğu sevgi ihtiyacıyla, 10 yıl önce kaybolmuş bir çocuğun kimliğe bürünüp onun ailesinin karşısına çıkıyor. Aile de onu hiç sorgulamadan kabul ediyor.
Julia Ducournau, gittikçe şizoikleşen bir dünyanın resmini ortaya koyuyor Alexia'nın yaşadıkları üzerinden. Tutarsızlık, sevgisizlik, acımasızlık, kötücüllük bir yana gerçeğin sürekli perdelenmesi filmin hem hikayesine hem de sinematografisine sirayet ediyor. Gelinen noktada Ducournau, bu dünyada kimsenin gerçekle, hakikatle ilgilenmediğini ortaya koyuyor. Beklentiler, algılar, kavrayışlar önemli. İşin aslı, bizde gerçek sonrası olarak çevrilen 'post truth' dönemini, en net ve sert bir şekilde anlatan filmlerinden biri Titane.
BİR NOSTALJİNİN PEŞİNDEN
Günümüzün ustalarından yönetmen Wes Anderson, Büyük Budapeşte Oteli ile kariyerinin zirvesine çıkmıştı. Sonrasında animasyon filmi Köpek Adası'yla kamerasını daha da keskinleştirmişti. Yönetmenin son filmi Fransız Postası baştan belirtelim ne Büyük Budapeşte Oteli gibi bir başyapıt ne de Köpek Adası gibi keskin bir film. Wes Anderson'ın, artık klasikleşen o kendine özgü anlatım tarzıyla kotardığı keyifli bir seyirlik.
Usta yönetmen dört makale ve yazar üzerinden Fransa'da yayımlanan bir derginin öyküsünü anlatıyor bize. Büyük Budapeşte Oteli'nde olduğu gibi türler arasında dolaşıyor yine. Yine birbirinden ünlü oyuncularla (Frances McDormand, Tilda Swinton, Bill Murray, Timothee Chalamet, Lea Seydoux, Adrien Brody, Benicio Del Toro... ) çalışıyor. Ama film öyle yarattığı beklenti gibi gazeteci filmi değil. Daha çok yazarlık üzerine bir film Fransız Postası. Sanat endüstrisinin bir sanatçıyı nasıl göklere çıkabildiğini anlattığı bölüm ile 68 Kuşağı'na dair bölüm ilgi çekici olsa da Anderson nostaljik bir duyguyla bakıyor geçmişe. Filme hikayesi konu edilen bir yazarın, anlattığı hikayenin en iyi bölümünü çöpe attığı yerde gizli filmin de cümlesi biraz. Ama o giz filmi taşıyor mu emin değilim. Yine de karar seyircinin!