Usta yönetmen Ridley Scott'ın, Sara Gay Forden'ın The House Of Gucci kitabını okuduğunda iştahının kabardığı çok belli. Çünkü 81 yaşındaki usta severek, isteyerek girmiş bu filme. Bir taşla birkaç kuş vuracağını da görmüş... Gucci Ailesi, kabaca dünyanın en iyi moda markalarından birini oluşturan ailenin hikayesini anlatıyor. Trajik bir hikaye aslında. Temel olarak insanın lüks, ihtişam, para, güç karşısındaki sınavının bir izdüşümü yaşanılanlar. Hayata bakış konusunda birbirine zıt iki kardeş Aldo Gucci (Al Pacino) ile Rodolfo Gucci'nin (Jeremy Irons) oluşturduğu bir aile markası Gucci. Aldo işin ticari kısmıyla ilgili, Rodolfo ise tasarımıyla. İki kardeş Gucci markasını bir yerlere getirmiş ama yeni bir açılım konusunda uzlaşamıyor. Ve o noktada denklemde bu mirası devralacak olan, kendini aile mirasına yakın hissetmeyen ve hukuk okuyan Rodolfo'nun oğlu Maurizio Gucci (Adam Driver) ile Aldo'nun yeteneksizliği ile nam salmış moda tasarımcısı oğlu Paolo Gucci (Jared Leto) beliriyor. Fakat asıl sürprizi Maurizio Gucci ile bir partide tanışan ve aileye gelin olarak giren, "Bir bisiklette mutlu olacağıma Ferrari'de ağlamayı tercih ederim" sözüyle ünlü Patrizia Reggiani (Lady Gaga) yapıyor. Gucci'nin gücünü ve ihtişamını istiyor. Kocasını aileye yakınlaştırıp işin başına geçmesi için ikna etmesi aslında onun sonunun başlangıcı oluyor. Ailede herkes yaptığı her hamlenin bedelini öder hale geliyor. Patrizia Reggiani de kocası tarafından terk edilerek bu bedeli ödüyor. Bu filmi trajik bir aile hikayesi, insanın açgözlülükle imtihanı, bir erkeğin gücü hissettikçe ona teslim olması ve kendini kaybetmesi olarak okumak mümkün. Ama yönetmen koltuğunda Ridley Scott varsa durum farklıdır. Bir taşla birkaç kuş vurma hikayesi de burada devreye giriyor. Usta yönetmen bütün bunların yanında aslında bize arka planda, 90'lardaki küreselleşme çığlıklarının atıldığı bir dönemde büyük bir sermayenin ve markanın küresel anlamda nasıl el değiştirdiğini anlatıyor. İşte bu el değiştirmenin içinde her türlü ihanet, değerler yozlaşması, kıskançlık ve tabii cinayet de var. Özenle yaratılan bir marka ve o marka uluslararası alanda tekrar parlatılırken ailenin elinden alınıyor küresel sermaye tarafından. İlginç bir şekilde Ridley Scott kürselleşmenin farklı bir boyutunu görmemizi sağlıyor. Gucci'nin zarafetini, lüks algısını adeta filmin estetik unsuru haline getiren Scott, aynı zamanda bu estetik unsurları tüm o trajedinin üzerini örten bir örtü gibi de kullanıyor. Her karakterine eşit bir mesafede duran, seyirciye karşı dürüst olan Scott, bir aile trajedisinden Hollywood'un sevdiği türde ve klasik sinema anlatımıyla kotarılmış sıkı bir film ortaya kokuyor. Birkaç hafta önce vizyona giren Son Düello ile yılın en iyi filmlerinden birine imza atan Scott'ın filmi yıldızlar geçidi adeta. Filmdeki bütün oyuncuların performansları üst düzey. Jared Leto'nun Oscar'ını bilemem ama adaylığı kesin. Lady Gaga, tam da personasına uygun bir rolde. Al Pacino göründüğü her sahneye lezzet katıyor. Adam Driver bize farklı bir yönünü gösteriyor. Oscar'larda adını görme ihtimalimizin yüksek olduğu bu filmi kaçırmayın derim.
ŞİDDET KAYNAĞINA GERİ DÖNER!
Nicolas Boukhrief'in 2004 yapımı Cash Truck filmini hatırlayan var mı? Bir soygun sırasında oğlu öldürülen bir babanın intikamını anlatıyordu. Guy Ritchie'nin Jason Statham'lu son filmi İntikam Vakti işte bu filmin yeniden çevrimi. Tabii işin içinde Guy Ritchie varsa bu Fransız aksiyon dramasının nasıl Guy Ritchie aksiyonuna dönüşeceğini de az çok tahmin edersiniz. Guy Ritchie, temel olay örgüsüne çok dokunmuyor. Jason Statham'un canlandırdığı Bay H., çok sevdiği oğlu bir soygun sırasında bilerek öldürülünce onu vuranların peşine düşüyor. Ama kendisi de pek tekin biri değil. Bir suç örgütü lideri gibi dursa da aslında ABD devletin derinleriyle bağlatıları var. İşte o bağlantılar intikamını alması için onun eylemleri görmezden geliyor bir süreliğine. Hatırlanırsa John Wick karısından ona hatıra kalan köpeği uğruna mafya dünyasını yakmıştı. Jason Statham da oğlu için yakıyor dünyayı. Ama bir farkla Jason Statham'un karşısına Afganistan'da, Irak'ta savaşmış, her şeyi silahla halletmeyi seven, savaşamayınca bunalıma giren askerler çıkıyor. Anlıyoruz ki dünyanın jandarmalığına soyunan ABD'nin jandarma erleri sivil hayatta dönünce rahat duramıyor. Ki o askerlerden biri de Clint Baba'nın oğlu Scott Eastwood'un canlandırdığı Jan. Şiddet düşkünü bir manyak! Yani ABD'nin yarattığı şiddet gelip kendini de vuruyor. Neticede iyi bir yeniden çevrim olarak, güzel bir seyirlik vaat ediyor İntikam Vakti.
KIYIYA VURAN BİR HEYKEL
90'lı yıllarda Akçakoca sahillerinde bulunan Lenin heykelinin hikayesinden ilham alınarak çekilen bir film Tufan Taştan'ın çektiği Sen Ben Lenin. İlham alınarak diyorum çünkü film kurmaca olarak heykelin çalınması sonrası yürütülen soruşturmayı anlatıyor. İki üst düzey polis merkezden kasabaya gönderiliyor ve bu heykelin peşine düşüyor. Soruşturma derinleştikçe işlerin tuhaflaştığını görüyorlar. Taştan'ın yazar Barış Bıçakçı ile yazdığı senaryo aslında bir lidere yüklenen anlamla ilgileniyor. Her kesim için farklı bu anlam. Fakat olumlu ya da olumsuz bu anlam zaman içerisinde bağlamından kopartıldığında nasıl tuhaflaşabiliyor bunu göstermenin peşinde film. Tiyatrovari anlatımı biraz öne çıksa da Türkiye'de pek de üzerine düşünülmeyen (ki düşünsel olarak çok önemli bir yaradır bizim için) bağlam meselesini bir heykel üzerinden anlatması bakımından kıymetli bir çalışma.