70'lerin popüler TV dizisi Charlie'nin Melekleri, o yıllarda erkek egemen casus dünyasında kadın ajanların da bileğinin hakkıyla neler yapabileceğini göstermesi açısından önemliydi. Lakin bu tür yapımlarda kadına biçilen güzel ve seksi imajını da ziyadesiyle kullanıyordu. 2000 yılındaki meleklerin sinemadaki ilk macerasında yine aynı anlayış hakimdi. Melekler alanda en az erkekler kadar dişliydi, cesur ve ataktı ama nedense zeka ve yeteneklerinden ziyade dizideki gibi güzellikleri ve seksi hallerinin altı çiziliyordu.
Köprünün altından çok su aktı, artık karşımızda yeni melekler var. Ve baştan söyleyelim bu melekler, Charlie'nin Melekleri külliyatının o cinsiyetçi bakışının köküne dinamiti koyuyor. Yeni meleklerimiz de güzel ve seksi ama film bunun yerine onların yeteneklerini ve zekalarını öne çıkarıyor. Hem de daha filmin ilk sahnesinden başlayarak. Bunun sebebi elbet kamera arkasında, senaristlerden biri de olan oyuncu kökenli yönetmen Elizabeth Banks'in olması.
Dedik ya köprünün altından çok su aktı diye. Bu zaman içeresinde dünyanın çeşitli yerlerinde ofisi bulunan, onlarca meleğin çalıştığı geniş bir örgüt haline gelmiş Charlie'nin organizasyonu. Bir Alman şirketinin ürettiği, elektriğe ihtiyacı bitiren yeni nesil icatsa filmin odak noktası... Birileri bu icadın mükemmel bir silah olacağını görüyor ve onu elde etmek için var gücüyle çalışıyor. Meleklerimiz de bunu engellemeye çalışıyor. Fakat anlıyorlar ki içlerinden biri de bu işin içinde...
Hamburg'da başlayan maceranın önemli bir bölümünün İstanbul'da sürmesiyle bizim için daha da heyecanlı hale gelen Charlie'nin Melekleri'nin hemen hemen her sahnesinde kadının yetenek ve zekasına vurgu yapılması bence alkışı hak ediyor... İtina ile Charlie'nin Melekleri'ndeki o erkek egemen bakış temizleniyor. Böylece karşımızda feminist bakış açısına sahip bir Charlie'nin Melekleri çıkıyor. Bir başka önemli noktaysa İstanbul ile ilgili. Hollywood İstanbul'a uğrayınca nedense Tarihi Yarımada'ya sıkışıp kalır. Charlie'nin Melekleri bu noktada da reformist. Film Veliefendi'ye hatta İstanbul çevresindeki taş ocaklarına kadar uzanıyor.
Elizabeth Banks'in hem oynayıp hem yönettiği, yeni nesil Charlie'nin Melekleri, senaryosu, yönetmenliği ve oyunculuklarıyla seyirlik keyfi yüksek, iyi bir ajan macera filmi... Ve artık erkek seyirciyle birlikte kadın seyirciye de hitap ediyor. Az şey mi bu?
BİR ZAMANLAR AMERİKA'DA...
Usta yönetmen Martin Scorsese'nin çektiği The Irishman Türkiye'de sinemalarda yok ama Netflix'te yayına girdi. Merakla beklenen film malum ABD'li sendikacı Jimmy Hoffa'nın ve onun öldürülmesinin arkasındaki hikayeyi anlatıyor. Al Pacino, Robert De Niro ve Joe Pesci'yi bir araya getiren yapım, Hoffa'yı öldürdüğü kabul edilen İrlandalı lakaplı Frank Sheeran'ın hikayesinden ABD'deki mafya, derin devlet, siyaset üçgenindeki ilişkilere uzanıyor.
Daha önce suç dünyasından hikayeler anlatan Scorsese, bu sefer büyük resmi önümüze koyuyor. ABD'nin yakın tarihinin kimler tarafından nasıl şekillendirildiğini, iktidar ilişkilerini, güç savaşlarının nasıl yaşandığını serinkanlılıkla ele alıyor. Her şeyiyle dört dörtlük olan The Irishman'i tek cümleyle özetlersem film insanın sinemaya olan aşkını tazeliyor. Fırsat yaratıp izleyin derim.
PASİFİK'TE ÖLÜM KALIM SAVAŞI
Fedakar bir baba, bol aksiyon, biraz hamaset, kahramanlığa hazır sıradan insanlar... Roland Emmerich sinemasını böyle tarif edebiliriz. Ama yabana atılacak bir sinemacı değildir. İzlettirir filmlerini.
Pearl Harbor sonrasında Pasifik Okyanusu'nda ABD ile Japonya arasındaki deniz savaşlarını anlatan Midway'de, yönetmenin sinemasını oluşturan her şey var. Önceki filmlerinden farklı olansa anlatılanın gerçek hikaye olması. Meğer şimdinin süper gücü o yıllarda denizde Japonları alt edecek güçte değilmiş. Ancak kahramanlık yaparak yenebiliyorlar Japonları. Ve sürpriz de burada. Genel olarak karşı tarafı kötü gösterme refleksi olan yönetmen, bu sefer Japon askerlerin kahramanlığına saygı gösteriyor. Yani Midway için, Emmerich usulü Iwo Jima'ya Mektuplar denilebilir.
TENTEN DE GELDİ BOND DA
İstanbul malum ajanların cirit attığı bir şehir... Sinemacılar da bu gerçeği bildiği için zaman içerisinde ajanların yolunu bu kadim şehre düşürüyor. Çiçero'nun hikayesinin anlatıldığı 1952 yapımı Ankara Casusu/5 Fingers filmini başlangıç sayarsak bugüne kadar birçok casus uğradı İstanbul'a... Peki kimler geldi, bir hafıza tazeleyelim...
* James Bond'un en sevdiği şehirlerden biridir İstanbul. Daha önce üç defa uğradı. İlk defa Rusya'dan Sevgilerle filminde İstanbul'a gelen Bond, son olarak da hatırlanırsa Skyfall'da şehrimize gelmişti...
* Tenten bir ajan değil ama ajanlar gibi macera yaşayan bir gazeteci. 1961 yapımlı Tenten ve Altın Post filminin önemli bir bölümü İstanbul'da geçerken Tenten de arka sokaklara girecek kadar İstanbul'un altını üstüne getirir.
* Bizde vizyona girmemiş olması anlaşılır bir durum değil ama Tom Tykwer'in The International filminin final bölümüne İstanbul ev sahipliği yapar. Cami avlularını ve Kapalıçarşı'nın çatılarını da Hollywood bu filmde keşfeder.
* Taken 2 İstanbul her ne kadar çok iyi bir film olmasa da The International'ın açtığı yoldan ilerler. Kapalıçarşı'nın çatılarını kullanarak bu mekanın iyice hafızalara yerleşmesini sağlar.
* Oscar'lı Argo filmi zaten gerçek bir ajan operasyonunu anlatır. Çekimlerinin büyük bir kısmı da burada gerçekleşen film sayesinde Hollywood tarihi camilerin içindeki estetiği keşfeder...
* 2012 yapımı Köstebek/Tinker Tailor Soldier Spy filminde namlı ajanlar İstanbul'u mesken tutarken tercih edilen yer Karaköy'dür. Bunun sebebi ise gerçekte de Karaköy'ün ajanlara ev sahipliği yapmasıdır.
* Dan Brown'ın romanından uyarlanan Cehennem filminde kitapta olduğu gibi filminde de İstanbul finale ev sahipliği yapar. Sultanahmet Meydanı, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı'nın kullanıldığı film İstanbul için büyük bir reklamdır aslında.