Bu dünyadan bir Pavarotti geçti... 6 Eylül 2007'de, 71 yaşında yaşamını yitirdiği zaman ulusal gazetelerimizden biri böyle bir başlık atmıştı. Onunla aynı zamanı yaşayan büyük küçük, yaşlı genç dünyadaki pek çok insan için Pavarotti özel bir isimdi. Ve bu dünyadan gelip geçerken kalıcı bir iz bırakmıştı insanlar üzerinde.
Apollo 13, Akıl Oyunları, Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şeytanlar, Cehennem gibi filmleriyle tanıdığımız Amerikalı yönetmen Ron Howard, Pavarotti belgeselinde işte bu ünlü tenorun hikayesini anlatıyor bize. Howard'ın tercihi Pavarotti'nin hayatını, onun en yakınlarının tanıklığı eşliğinde arşiv görüntülerini de kullanarak krolonojik bir biçimde anlatmak. 2. Dünya Savaşı'na doğan ve dehşeti daha küçükken gören, sonrasında fırıncı olsa da aslında bir tenor olan babasının izinden gitmek için müziğe ilgi duyan ve 60'lı yıllarla birlikte opera dünyasında adından söz ettirmeye başlayan ve gittikçe yıldızı parlayan bir sanatçının hikayesi onunkisi... Pavarotti'nin hani klasik, büyük sanatçılara özgü bir hayat yaşadığını belgeseli izleyince anlıyorsunuz.
Ama Pavarotti'yi bu klasik izlekte anlatmak sanki biraz sanatçıya haksızlık gibi... Çünkü onun hayatının bu yaklaşımı aşan pek çok yönü var. Mesela 2. Dünya Savaşı'nın onun üzerindeki etkisi... Pavarotti'nin bütün hayatına yansıyan iyimserliğinin kaynağı savaş sırasında tanık oldukları. İnsanın insana neler yapabileceğini çok sert bir şekilde gördüğü için o da tüm hayatı boyunca herkese karşı iyimser olma kararı alıp, bunu yaşamının temel yaklaşımı haline getirmiş. Karşısındaki Prenses Diana da olsa bir çocuk da olsa fark etmiyor, Pavarotti o içindeki iyimserlikle insanlarla iletişim kuruyor. Ki bu onun kitleler tarafından da sevilmesinin en temel nedenlerinden biri...
BEN ÖLMEYE GİDİYORUM
Veya sahnedeki olağanüstü performansı... Onu izleyen ve dinleyen herkesi etkisi altına almasının sebebi nedir? Her sahneye çıkışında "Ben ölmeye gidiyorum" diyen bir adam var karşımızda. Arya söylerken adeta hayatını adıyor. Bitince ve alkışları alınca da yeniden doğmuş gibi hissediyor kendini. Bu yaklaşımı onu mesleğinde özel yapan nedenlerden biri olduğu gibi, onun sesinden etkilenmemizin ana nedenlerinden biri. Ki belgeselde Bono bunu çok güzel anlatıyor.
Ya da babalığı... İki ayrı eşinden dört kızı bulunan Pavarotti, yaşamının son döneminde kendisiyle yapılan söyleşide "Daha iyi bir baba olmak isterdim" diyor. Kötü baba olduğu için değil. Bir star haline geldikten sonra çocuklarına daha fazla zaman ayıramadığı gerçeğinin farkında olduğu için bunu söylüyor. Ama o çocuklarına az vakit ayırsa da yaptığı yardım kampanyaları dünyadaki pek çok çocuk için bir baba figürüne dönüşebiliyor.
Bütün bunlar Ron Howard için birer temel izlek olabilirmiş. Ve bu gibi perspektiflerden Pavarotti'yi daha derinlemesine anlatabilirmiş yönetmen. Ama yönetmenin tercihi daha klasik bir biçimde Pavarotti'nin hayatını anlatmak olmuş. Howard'ın yaptığı sanatçının hayat hikayesini anlatırken onun insani yönlerini öne çıkartarak bir portresini çizmek olmuş. Fakat elde öyle bir hayat hikayesi ve öyle bir sanatçı var ki, Ron Howard'ın o klasik yaklaşımına sığmıyor ve taşıyor. Ve taştıkça da belgesel özel hale geliyor. Dolayısıyla Pavarotti filminin başarısı Pavarotti'nin ta kendisi...