SAKA KUŞU/THE GOLDFINCH Not: Yazı filmin içeriğiyle ilgili bilgi içermektedir. Yönetmen koltuğunda, Kapalı Devre ve Colm Toibin'in aynı adlı kitabından uyarlanan Brooklyn filmleriyle tanınan John Crowley var. Film, Pulitzer ödüllü, ünlü yazar Donna Tartt'ın aynı adlı kitabından uyarlanıyor. Başrollerde yeni neslin yetenekli aktörlerinden Ansel Elgort ile Nicole Kidman, Jeffrey Wright ve Luke Wilson gibi isimler yer alıyor. Ve filmin odağında ise Carel Fabritius'un 1654'te yaptığı Saka Kuşu tablosu (Bizde nedense Altın İspinoz olarak biliniyor) bulunuyor. Böylesi bir bileşimden beklenti ne olur tabii ki iyi bir filmin ortaya çıkması... Ama öyle olmuyor! Saka Kuşu, temel olarak Metropolitan Müzesi'ndeki terör saldırısında annesini kaybeden 13 yaşındaki Theodore Decker'ın hayata tutunma, büyüme hikayesi denilebilir. O saldırıda annesini kaybeden Theo, yıkıntılar arasında Carel Fabritius'un Saka Kuşu tablosunu yanına almak zorunda kalır. Ve onu bir gizli hazine gibi saklar. Babası aylar önce onları terk ettiği için bir süre arkadaşının ailesinin yanında yaşayan Theo sonra babasıyla başka bir şehirde yaşamaya başlar. Burada hayatına Boris adlı arkadaşı girer. Ama babasının ani ölümüyle Theo koca hayatta yalnız kalır. Fakat Saka Kuşu tablosu ona yeni kapılar açar ve antika mobilyalar konusunda uzman bir adam olur çıkar. Fakat bir sır gibi sakladığı Saka Kuşu artık onun hayatının çilesi olmaya başlar...
TABLO DA PATLAMADAN KURTULDU
Donna Tartt'ın kitabı yayımlandığı zaman epey ses getirmiş ve takdir edersiniz ki, Saka Kuşu tablosu da birden ilgi odağı olmuştu. Ressamın genç yaşta bir patlamada ölmesi ve atölyesinde az sayıda kurtulan eserlerden birinin Saka Kuşu olması da tablonun daha da popüler olmasını sağladı. Tartt'ın kitabının izleğinden giden film uzun uzun Theo'nun hayatının paramparça olması sonrasında onun yaşamını bir puzzle gibi tekrar kurma çabasını anlatıyor. Sonrasındaysa paramparça hayatının hiç mi hiç toparlanamadığını fark ediyor. Buraya kadar tam bir edebiyat anlatısı şeklinde ilerleyen film son bölümde birden aks değiştiriyor ve macera filmlerine öykünüyor. Mafya, tarihi eser kaçakçıları, FBI derken karakter odaklı olay örgüsü, aksiyona bel bağlıyor. Hikayenin ve filmin de bu noktada etkisi zayıflıyor. Çok iyi bir film olabilecekken seyirlik ama potansiyelini tam da açığa çıkartamayan bir film olarak kalıyor elde. Yönetmen John Crowley, Brooklyn filminde de esere sıkı sıkıya bağlı kalmanın sıkıntılarını yaşamıştı. Benzer bir durum bu filmde de geçerli. Edebiyatın gücünü aynen sinemaya çevirmeye çalıştığınız zaman bu pek de parlak sonuçlar veremeyebiliyor. Saka Kuşu'nun da dramı burada, film odağındaki karakter Theo'nun yaşadıklarını derinlemesine inceleme çalışıyor ama dip noktaya ulaştığı zaman birden hızlı bir şekilde yüzeye çıkmaya çalışıyor ve vurgun yiyor. Crowley, elindeki metni yorumlayarak serbest uyarlamaya yönelse belki daha iyi sonuçlar alabilir. Bunu tercih edecek mi onu da önümüzdeki filmlerinde göreceğiz... Saka Kuşu yönetmeni açısından problemli olsa da daha birkaç hafta önce Düzenbazlar Kulübü'nde izlediğimiz Ansel Elgort'un yıldızının iyice parlamasına neden olması nedeniyle önemli. Ayrıca hem ressam Carel Fabritius'un hem de Saka Kuşu'nun global düzeyde tekrardan hatırlanmasını sağlaması açısından da ilginç bir özelliği var. Bu yönüyle de resim ve sinema ilişkisi içerisinde adı anılacak yapımlardan biri olacaktır diye düşünüyorum.