Bohemian Rhapsody'de Queen ve Freddie Mercury, Rocketman'de Elton John şimdi de Yesterday ile The Beatles... İngilizlerin ikonik müzisyen ve müzik gruplarının hikayelerinin arka arkaya sinemadaki yolcuları bir tesadüf mü bilemiyorum... Ama seyirciye de müzikseverlere de bu tür yapımların iyi geldiği bir gerçek... Gerçi Danny Boyle'un yönettiği Yesterday, Bohemian Rhapsody ve Rocketman'de olduğu gibi direkt ele aldığı sanatçı ya da müzisyenlerin hayatına odaklanan bir film değil. Daha çok, tüm dünyayı etkileyen, müzik tarihinde derin izler bırakan The Beatles'ın yarattığı kültürle ilgileniyor. İlginç de bir hikaye bulunmuş. Öğretmen olsa da müzisyen olmak isteyen ve menajeri Ellie'nin tüm çabalarına rağmen bir türlü şeytanın bacağını kıramayan Hint asıllı İngiliz müzisyen Jack Malik'in The Beatles'laşması üzerinden anlatılıyor hikaye... Film, Malik'in başarısız olduğunu kabul edip müzik hayatını sonlandırma kararı aldığı gün kendisine otobüs çarpması ile başlıyor. Hastaneden çıktığındaysa tuhaf bir gerçekle karşı karşıya geliyor. The Beatles'ı kendisi dışında kimse hatırlamamaktadır. Tabii Malik şoka giriyor. Sonraysa, The Beatles şarkılarını söylemeye başlıyor. Bu şarkıları herkes onun yazdığını düşününce işler karışıyor. Bir anda dünyanın en önemli söz yazarı ve müzisyeni haline geliyor. Fakat şöhreti taşımak zor. O da bocalıyor ve bu süreçte ona ilgi duyan menajeri Ellie'yi de kaybetmeye başladığını anlıyor. DEĞİŞİMİN İZLERİ
The Beatles'sız bir dünya nasıl olurdu? Bu soru üzerine kurulu olan Yesterday'i senarist Richard Curtis katmanlı bir hikayeye dönüştürmeyi başarmış. Curtis, The Beatles'ın yarattığı kültürü, grubun doğup büyüdüğü Liverpool'u, Londra'da verdikleri kaçak çatı konserini de dahil ederek iyi bir şekilde anlattığı gibi filmi aynı zamanda bir aşk öyküsüne dönüştürmeyi de başarmış. Ama asıl vurucu olan kısım, müzik endüstrisindeki ve müzikle kurduğumuz ilişkideki değişimi anlattığı noktalar. Bu noktalarda film zirveye çıkıyor. Ama nedendir bilinmez Curtis bu değişimlerin çok da üzerinde durmuyor. (Keşke böylesi bir damarı yakalamışken daha fazla işleyebilseydi.) Danny Boyle'un yönetmenlik hamleleri ise hikayenin büyüsünü bozmamaya ve onu inandırıcı kılmaya yönelik. Ama yaptığı özel bir şey var... The Beatles'ın üyeleri hikaye gereği canlı kanlı ortada yok tabii. Ama Boyle, her aşamada onların varlığını hissettiriyor... Tabii The Beatles'ı Hint kökenli bir müzisyene dönüştürmek iddialı bir tercih. Bu tercihle bile çok şey söylüyor film... İnsanın ne olduğu değil ne yaptığıyla ilgilenmek gerektiği üzerinde duruyor. Zannımca yönetmenin en iyi filmlerinden biri olarak değerlendirmek mümkün Yesterday'i. Filmin odağında Malik'i canlandıran Himesh Patel var. Ama bu filmin yıldızı onun âşık olduğu Ellie'i oynayan Lily James. Göründüğü her kadrajda etkisini hissettiriyor... Filmi izlerken ister istemez insan düşünüyor, bizim hangi müzisyenimiz böylesi bir hikaye içinde anlatılabilirdi. (Gerçi Arif V 216'da Cem Yılmaz bu fikri farklı şekilde işlemiş ve Tarkan, Kenan Doğulu ve Mustafa Sandal'ın şarkılarını geçmişe götürmüştü... ) Zeki Müren, Barış Manço, Cem Karaca, Ahmet Kaya... Düşünün onlarsız bir dünya nasıl olurdu acaba?
LAUREL İLE HARDY VE BİR TUTAM HÜZÜN
Sinemada ikili deyince Laurel ile Hardy isminin hemen aklımıza gelmesi boşuna değil. 1920'lerden 1955'lere kadar oynadıkları pek çok filmle sinema tarihine damgasını vurmuş iki komedyen onlar. Lakin zamanın eskitemediği bu iki komedyenin hem filmlerinin hem de kariyerlerinin, Chaplin'in gölgesinde kaldığı da bir gerçektir. Bunun bir sebebi Chaplin'in hem sinemada yarattığı personasının çok güçlü olması hem de onun sistemle olan dertlerini daha yaşarken açığa vurmasıdır. Laurel ile Hardy, daha çok yarattıkları ikili algısıyla zihnimize yer ettiği için onların hayatlarını Chaplin kadar pek bilmeyiz. Yönetmen Jon S. Baird işte Stan Laurel ve Oliver Hardy'nin hikayesine odaklanıyor. Daha filmin başında onların iki ayrı kişilik olduğu gerçeğini anlamamızı sağlıyor. Sonra 1937'de zirvedeyken yollarının nasıl ayrıldığı anlattıp 15 yıl sonraki İngiltere'deki turnelerinin hikayesi üzerinden gerçek Laurel ve Hardy ile bizleri tanıştırıyor. Dostlukları, farklılıkları, kırgınlıkları inişli çıkışlı kariyerlerinde yaşadıkları zorluklar... Aslında iki komedyenin hayatlarına sirayet eden duygu hüzün. Yönetmen Baird, ikilinin hayatından 'bir palyaço dilemması' çıkarıyor. Ama onların en önemli özellikleri yaşadıkları bu dilemmayla barışık olmaları. Steve Coogan (Laurel) ve John C. Reilly'nin (Hardy) alkışlanası performanslarıyla çıtası iyice yükselen filmi, Laurel ile Hardy filmleriyle büyüyenler kaçırmasın!