Beş yıl önce, iki dublör David Leitch ve Chad Stahelski, 'kurtarıcı adam' Keanu Reeves'i yanlarına alıp John Wick'i çekerek, efektlere, hızlı kurguya teslim olmuş, seyirciyi yoran aksiyon sinemasını kendilerince fabrika ayarlarına döndürmeye çalışmışlardı. Bu hamleleri takdir de gördü. Minör bir hikayesi vardı John Wick'in. Yaşamını yitiren karısından yadigar köpeğinin, bir mafya babasının şımarık oğlu tarafından öldürülmesiyle John Wick'in macerasına dahil olmuş ve onun emekli ve efsanevi bir tetikçi olduğunu öğrenmiştik. Koskoca mafyayı tek başına dize getiren John Wick, sade hikayesi üzerine kurulan eski usul, el emeği göz nuru ve stilize aksiyonuyla öne çıkmıştı. David Leitch sonrasında Sarışın Bomba/Atomic Blonde ve Deadpool 2 ile solo bir kariyer inşa ederken John Wick efsanesini büyütmek Chad Stahelski'ye düştü. Stahelski, John Wick 2'de hikayeyi genişletti, kahramanımız artık köpeğinin öcünü alan adam değil, uluslararası suç şebekesinin tepe isimlerinin peşine düşen bir tetikçiydi. Amacına ulaşan Wick, bir zamanlar dahil olduğu, sıkı kuralları olan bu dünyada önemli bir kuralı ihlal edince avken avcı durumuna düşmüştü. John Wick 3 işte bu noktadan başlıyor... John Wick kaçıyor, uluslararası suç şebekesinin her ferdi de onu yakalamaya çalışıyor. Japon, İtalyan, Amerikan, Rus ve Arap derken John Wick'in yumruk sallamadığı mafya kalmıyor. Tek başına dünyanın bütün suç örgütlerine karşı mücadele veriyor. Zor da olsa planını işletmek isteyen Wick'in tek motivasyonu sevdiği karısını hep hatırlayabilmek için hayatta kalmak. Aksiyon anlayışından ödün vermeyen John Wick 3, enfes sahneler koyuyor önümüze. Kahramanının hantal olduğunun farkında olması, aksiyon sahnelerindeki kareografiyi onun hantallığını da göz önüne alarak kurması, bu sahnelerin lezzetini daha da artırıyor. Fakat serinin devamı geldikçe John Wick de birçok devam filmi gibi hikaye açısından sendeliyor. Tamam John Wick'in geçmişi hakkında bilgiler vermesi, onun Belaruslu bir tetikçi olduğunu öğrenmemiz hoş ama ilk filmdeki minör hikaye-gerçekçi aksiyon dengesinin bozulduğunu da görüyoruz. Hikaye büyüdükçe, olaylar karmaşıklaştıkça John Wick 3'ün sendelemesinin sebebi senaryodan ziyade karakterle ilgili. Nihayetinde John Wick çok da akıllı bir karakter değil (Bu filmde daha net anlıyoruz). İşinde son derece başarılı olsa da basit ve düz düşünebilen bir insan. Açıkçası hikayenin karmaşıklaşması John Wick'in zihin dünyasına fazla geliyor. Hal böyle olunca karakterle ilgili inandırıcılık sorunları baş gösteriyor. Belki bunun için solo takılan John Wick'in macerasında bir kadın beliriyor. Wick'in eski tetikçi Sofia'dan (Halle Berry) yardım istemesiyle maceranın altı harlanıyor belki ama bu sefer hikaye bir kat daha karmaşık hale geliyor. Bu hamlesiyle karmaşık hikaye-düz karakter kısır döngüsü içine düşen film alamet-i farikası olan aksiyon sahneleriyle bu döngüden çıkmaya çalışıyor, ki naçizane zorlansa da çıkmayı başarıyor. Lakin John Wick'in, Jason Bourne benzeri bir karakter olma potansiyeli varken John McClane'ın yolundan gittiğini de düşünüyor insan. Karizmatik, fedakar kurtarıcı rollerinin aktörü Keanu Reeves'in John Wick'te gittikçe Zor Ölüm/ Die Hard'daki Bruce Willis'e dönüştüğü görmek (ya da Yıkılmayan Adam'ın Cüneyt Arkın'ı mı demeli) iyi mi, kötü mü bilemiyorum. Ama şu bir gerçek ki John Wick, adam öldürme konusunda John McClane ile yarışır hale geldi.
SİNE-TORTU
Cannes'da göçmenler ve şıklık yarışı
Oscar'lı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu'nun jüri başkanı olduğu Cannes Film Festivali'ndeki konuşmasının, festivalle ilgili 'şıklık yarışı' haberlerinin gölgesinde kalmasına şaşırdık mı, hayır? Ne zaman biri çıkıp gerçek sorunlardan bahsetmeye kalksa bunun görmezden gelinmesi yaşadığımız 'gerçek-ötesi' zamanın olmazsa olmazı olup çıktı! Inarritu'nun dünya liderlerinin göçmen politikalarını ve söylemlerini eleştirmesi önemli bir çıkıştı. Ama daha da önemlisi "Göçmenlerle ilgili kullanılan bu retoriği sürdürürsek bu hikayenin nasıl sona ereceğini biliyoruz" diyerek 2. Dünya Savaşı'na işaret etmesiydi. Inarritu, Avrupa'nın ortasında tüm dünyada yükselişte olan aşırı sağın söyleminin insanlığı yeni bir dünya savaşına sürükleyeceğini anlatıyor ama onun endişesini duymak yerine 'şıklık yarışı' haberleri yapılıyor. Gerçekten çok 'şık bir hareket'. Ne yapalım tarihe not düşelim Inarritu'nun bu çıkışını...
Saf'a bir ödül de İtalya'dan
Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali'nde yapan ve sonrasında festival yolculuğuna devam eden Ali Vatansever'in Saf filmi, 10. Uluslararası Bari Film Festivali'nden En İyi Yönetmen Ödülü ile döndü. Türkiye'de geçtiğimiz haftalarda vizyona giren film, Bari Film Festivali'nde Panorama Bölümü'nde yarıştı. Jüri kararını "Esin kaynağını İtalyan neo-realizminden Ken Loach sinemasına geniş bir yelpazeden alan bu genç sinemacının, Türkiye'deki emek ve göç sorununun insani ve toplumsal dramasına ışık tutan Saf filmini En İyi Yönetmen Ödülü'ne layık gördük" diyerek açıkladı. Saf, Ankara Film Festivali'nde de En İyi Yönetmen ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (Saadet Işıl Aksoy) almıştı. Filmde bir gecekonduda yaşayan yeni evli çiftin kentsel dönüşüm söylentilerinin mahalleye düşmesiyle beraber değişen hayatları anlatılıyor.