FOTOĞRAFLAR: MURAT ŞENGÜL
Geçen hafta ABD'deki Tribeca Film Festivali'nden iki ödülle dönen Nuh Tepesi'nin yönetmeni Cenk Ertürk, yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi'nde ekonomi okurken Derviş Zaim'in sinema dersini seçmeseydi, belki onun adını hiç duymayacaktık. Ama Ertürk o seçimiyle çok başka bir hayat yolunun kapısını araladı. Sinema kapısından içeri girdi ve bugün ilk uzun metrajıyla çok önemli bir festivalden aldığı ödülle adını dünyaya duyurdu.
Yıllarca terörle mücadele eden bir polisin üç oğlundan biri Cenk Ertürk. "Memur çocuğu olmak demek babanın sürekli özlenmesi demek" diyor. Belki bu özlem Ertürk'ün baba-oğul ilişkisi üzerine düşünmesine neden oldu, bilinmez. Bildiğimiz Ertürk'ün sinema kariyerini şekillendiren ve ona türlü kapıları açan baba-oğul ilişkisi üzerine çektiği filmler. Ertürk sinema dünyasının adını bildiği isimlerden. Uzun Bir Gün, Pencereler Ardında, Babamın Cennetinde adlı ödüllü kısa filmleri bulunuyor. Bu filmlerin odak noktasında baba figürü olduğu gibi filmlerde de babası Aziz Ertürk oynadı.
Haluk Bilginer ve Ali Atay'ın başrolde oynadığı, Tribeca Film Festivali'nden En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödülü alan Nuh Tepesi de yine bir baba-oğul ilişkisi üzerine... Hafta içi New York'tan Türkiye'ye gelen Cenk Ertürk'le buluştuk sinema hikayesini, babasıyla ilişkisini konuştuk... Gördük ki babalar insana çok kapı açabiliyormuş.
- Boğaziçi Üniversitesi'nde ekonomi okumuşsunuz nasıl oldu da sinema kanınıza girdi?
- Üniversitede Derviş Zaim'in sinema dersi vardı. Onu seçmiştim. Aslında her şey o dersle başladı. Derste bir kısa film senaryosu yazdırdı. Baba- oğul ilişkisi üzerine bir senaryo yazdım. "Bunu sen çek" dedi Derviş Hoca. Çektim, hatta filmde babam oynamıştı. Filmi izledi çok beğendi. Kısa film yarışmalarına, festivallere gönderdim beğenildi. Birkaç ödül bile aldı. Sonra Derviş Hoca bana Nokta filminde reji asistanlığı teklif etti. O zamana kadar sinema bir hobiyken sonrasında ciddi ciddi ilgi duymaya başladım. ABD'de ekonomi üzerine doktora yapmayı planlayan ben, sinema okumaya karar verdim. Sonra ABD maceram başladı. New York Üniversitesi Tisch School of the Arts'ta sinema eğitimi almaya başladım...
- Ödül aldığınız Nuh Tepesi de baba-oğul ilişkisi üzerine bir film.
- Evet! Zaten bu filmin hikayesi de ilginçtir. Bana bir sürü kapı açan bir hikayesi var. Üniversitenin ikinci sınıfında bir kısa film çekmemiz isteniyor. Bu film kariyerinizi belirleyecek kadar önemli. Ben de yine bir baba-oğul hikayesi yazdım. Nuh Tepesi'nin ilk hali diyebilirim. Hocalarım "Bu filmin uzun metraj potansiyeli var. Sen bunun üzerine çalış ve ama başka bir film çek" dediler. Öyle yaptım. Ama hikayenin üzerinde çalışıyordum. Sonra Darren Aronofsky'nin bizim okulda ders vereceğini öğrendim. 12 kişilik bir sınıf oluşturuldu. Ben de o 12 kişiden biri seçildim. Darren derste, yazdığımız bir sahneyi nasıl çekmemiz gerektiğini uygulamalı olarak gösteriyordu. Ben de Nuh Tepesi'nden bir sahneyi nasıl çekmek istediğimi anlattım. Sahnemi beğenmiş. Bir gün üniversitede geniş katılımlı bir ders vermesi istenmiş. O da "Tamam" demiş ve benden o sahnemi geniş katımlı derste anlatmamı istedi. Anlaştık. Böylece Darren ile iletişimim güçlendi. Yıl sonunda bana bir referans mektubu yazdı. "Bu filmi çekeceğin zaman işine yaracaktır" dedi. Yaradı da.
- Baba-oğul ilişkisi, sizin sinema kariyerinizi belirmemiş. Bildiğim kadarıyla babanız yıllarca terörle mücadele eden polislerden. Nasıl ilişkiniz?
- Babam memur olduğu için yıllarca memleketin dört bir yanını dolaştık durduk. Belki çok insan tanıdım ama bir yere ait olmamakla ilgili bir sorunum da oldu. Tabii memur çocuğu olmak demek babanın sürekli özlenmesi demek. Çünkü yok, sürekli görevde. Ama babamla hep arkadaş oldum. Kimi sırlarımı arkadaşlarım bilmez, babam bilir. Bir de hem annem hem babam sanata, tiyatroya, edebiyata özellikle de şiire düşkündü. Kardeşlerimle beni bu alanlarla ilgili tercihlerimizde hep cesaretlendirdiler. Mesela küçükken "Baba, bana mont al, ayakkabı al" derdim unuturdu ama şiir kitabı isteyince akşama getirirdi. Neden diye sordum bir gün babama, o da "Oğlum şiir unutulur mu hiç" demişti. Ödül alırken "Kırılganlığımı saklamamayı babamdan, güçlü olmayı annemden öğrendim. İkisine de çok teşekkür ederim" dedim. İnsan polis çocuğundan güçlü olmayı babamdan öğrendim demesini bekler. Ama öyle olmadı...
- Peki kısa filmlerinizde babanızı oynatmışsınız. Nuh Tepesi'nde neden oynatmadınız?
- Haluk Bilginer'e ilk senaryoyu gönderdiğim zaman babamın oynadığı kısa filmimi de göndermiştim. Buluştuk, "Ağzımı sulandıran bir senaryo yazmışsın" dedi ve çalışabileceğimizi söyledi. Ama "Baban çok iyi oynuyor bence babanı oynatmayı düşünmelisin bu filmde" dedi. Ben de "Babam sette enerjisini ekonomik olarak kullanmayı bilmiyor. Malum bazen bir sahneyi 13-14 tekrar alıyoruz. Ben de kıyamayacağım. Ya onu dinlendireceğim. Ya da seti bir gün erteleyeceğim. O zaman bu film bitmez" dedim. Ama babamı 10 saniyelik bir rolü var filmde. Filmi izledi ve etkilendi. Lakin babamın bambaşka bir sinema kariyeri var.
- Nasıl?
- Çektiğim ve babamın oynadığı kısa filmlerimden birini ABD'de yönetmen Alexandre Rockwell izlemişti. Babamı görünce "Ben bu adamla çalışmak istiyorum" dedi. Babama söyledim, "Göndersin senaryoyu bir bakayım" dedi. "Baba sen senaryo okumayı biliyor musun" dedim. Güldü. Fakat babam o filmde oynadı...
- Babanız polis ama şiiri, sinemayı seviyor, sizin sayenizde aktör bile olmuş...
- Şiir ve edebiyat onun için çok önemli. Annem ve babam belki de kendi yapamadıkları şeyleri bizim yapmamızı istediler, onun için desteklediler sinema maceramı. Çünkü genel olarak polis dünyasında "Oğlum oku, gir bir kuruma çalış" şeklinde bir yaklaşım vardır. Babam o yaklaşımda olmadı...
ROBERT DE NIRO HEM ESPRİLİ HEM DE BİRAZ UTANGAÇ
- Gelelim bir başka 'babaya'... Nuh Tepesi'nin iki ödül aldığı Tribeca Film Festivali, Robert de Niro'nun hamiliğinde yapılan bir festival. Her halde tanışmışsınızdır De Niro ile?
- Tabii tanıştık. Sadece yönetmenlerin katıldığı bir davet oldu. Oraya geldi herkesle tek tek konuştu. Festival başlamadan önce New York Times, festivalde dikkat çeken dokuz filmden biri olarak Nuh Tepesi'ni göstermişti. Oradan da filmimle ilgili bir bilgisi vardı. İzleyeceğini söyledi filmi. Ama yıllarca birçok filmini izlediğim çok önemli bir aktörle tanışmak heyecan vericiydi. Açıkçası onun festival için verdiği emek takdire şayan. Robert Redford nasıl Sundance'ı bir yerlere getirdiyse De Niro da Tribeca'yı önemli bir festival haline getirdi. Çok ilgileniyor festivalle. Bazı filmleri kendisi sunuyor. Esprili ama biraz da sanki utangaç biri... Ki bunu çok önemli olarak gördüğümüz bir sürü insanda gördüm. Mütevazılıkla utangaçlık arası bir ruh halinden bahsediyorum. İşlerini yaparken devleşebiliyorlar belki ama günlük hayatlarında farklılar. De Niro'da da o ruh halini gördüm...