Not: Yazı filmin içeriğiyle ilgili bilgi içermektedir.
Bu yıl Antalya Film Festivali'nde yarışan iki yerli filmden biriydi Çınar. Mustafa Karadeniz'in yönettiği film, Kars'ta yaşayan bir ailenin hem yoksulluğa karşı, hem de engelli çocukları için verdikleri mücadeleyi anlatıyordu. Yönetmenin kendi yaşadıklarından yola çıkarak çektiği filmin teması ise aslında evlat sevgisiydi.
Anne Suna, her gün çocuğunu sırtlanıp okula götürürken, baba Mustafa, ailesini geçindirebilmek için uğraşırken temel motivasyonları çocuklarına olan büyük sevgileriydi. Hiçbir şey bu sevginin önüne geçemiyordu. Ta ki o engelli çocuğun kendi çocukları olmadığını anlayana kadar. Aile, doğum sırasında yaşanan bir karışıklık sonrasında öz evlatları olarak bildikleri çocuğun başka bir çiftin oğlu olduğunu anlamıştı. Film de iki ailenin bir araya gelmesiyle noktalanmıştı. Antalya'da izlediğim zaman film tam da bittiği noktada başlıyor demiştim.
Çünkü film finaliyle, Kafkas Tebeşir Dairesi'nin ortaya attığı ve sinemada, tiyatroda hep tartışılan çocuk kimindir, onu dünyaya getirenin mi yoksa onu büyütenin mi sorunsalına çok farklı bir noktadan bakmaya itiyordu insanı. Karadeniz belki buradan hareket etse muhtemel daha farklı ve özgün bir hikaye anlatabilirdi. Ama tercih etmemiş. Daha çok evlat sevgisinin gücünü anlatmış. Ki bunu da duygusal olarak başarıyor film.
BÜYÜK FIRSAT KAÇMIŞ
Lakin Kars'ı doğal bir plato olarak kullanan, taşradaki toplumsal ilişkileri karakter odaklı anlatan, zaman zaman melodram anlatımın imkanlarından faydalanan Çınar, naçizane büyük bir fırsatı da kaçırmış gibi. Çünkü hikaye olarak özgün damarı bulduğu an film bitiyor. Bu haliyle de naif bir film olarak kalıyor.
Fakat hayata engelli olarak başlayan, tıpkı filmdeki gibi annesinin sırtında okula gidip gelen yönetmen Karadeniz'in mücadelesi ise takdire şayan. Çünkü mücadelesiyle engelli insanlara olan klasik bakışın ne kadar yanlış olduğunu da ortaya koyuyor.
***
Aç kapıyı baba ben geldim
Baba, Babam ve Oğlum, Küf, Ahlat Ağacı bu coğrafyadaki baba-oğul ilişkisini ele alan ilk akla gelen yapımlardır. Onların yanına Nihat Durak'ın yönettiği Kapı'yı da koyabiliriz. Durak, filmde yıllar önce oğulları kaybolan Mardinli Süryani bir ailenin hikayesini anlatıyor. Olayın ardından apar topar Almanya'ya göç eden aile, yıllar sonra aldıkları bir telefonla Mardin'e geri döner. Çünkü bir çukurda çocuklarının kemikleri bulunmuştur.
Güçlü ve dramatik bir hikayesi var Kapı'nın. Acılı baba Yakup (Kadir İnanır) torunuyla birlikte, yıllar önce oğluyla yaptığı, onlar Mardin'i terk edince çalınan evinin kapısının peşine düşüyor. İşte o kapı birçok yere açılıyor. Evlat acısına, faili meçhullere, kuşak çatışmasına, baba-oğul ilişkisine, Türkiye'de yaşanan değerler erozyonuna, tarihi eser kaçakçılığına. Film bütün bu temaları güçlü hikayesiyle harmanlıyor. Özellikle Kadir İnanır, Vahide Perçin ve Timur Acar performanslarıyla bu güçlü hikayenin taşıyıcı kolonları oluyor.
Fakat sinematografisi bu filmi yukarıya taşıyamıyor. Mesela filmde Kadir İnanır'ın bir tiradı var ki olağanüstü. Belki etkili çekilse sinema tarihimize geçecek. Ama bu haliyle İnanır'ın oyunculuk gücüyle etkili olabiliyor bu sahne. (Yine de bu sahne için izlemenizi tavsiye ederim filmi). Anladığımız Durak tercihleriyle genel olarak hikayenin gücüne bel bağlamış. Oyuncular da hikayeyi elden geldiğince yürütüyor. Ama iyi bir yönetmenlikle Kapı, gerçekten kapı pencere yıktırabilirmiş.