DELİ VE DAHİ/ THE PROFESSOR AND THE MADMAN
Kelimelerin, cümlelerin peşinden giden filmler vardır. Ama sözlüklerin pek kimse peşine düşmedi şimdiye kadar. Fakat İngilizce'nin zenginliğini gösteren, yazılmaya başlandığında İngilizce'nin tarihi bir anatomisini ortaya çıkaran Oxford Sözlüğü'ne gelişce iş değişmiş anlaşılan. İşte İranlı yönetmen Farhad Safinia Deli ve Dahi filminde bize bu sözlüğün yazım sürecini anlatıyor.
Süreç de süreç hani... Bir yanda Amerikalı şizofren bir katil Dr. William Minor, diğer yanda 13 yaşında çalışmak için okulu bırakmış ama kendini yetiştirmiş diplomasız dilbilimci James Murray var. Onca diplomalı İngiliz dilbilimcinin yapamadığını işte İngiliz olmayan bu iki kişi yapıyor.
90'larda The Professor And The Madman kitabı yayımlandıktan sonra Mel Gibson da galiba bu duruma takıldı ve bu filmi çekmek için uzun yıllardır fırsat kolluyordu. Kendisi çekmedi. Ama yapımcısı da olduğu filmin yönetmenliğini, Apokalipto'yu birlikte yazdıkları İranlı sinemacı Farhad Safinia'ya bıraktı.
Gerçek hikayeye dayanan film, Amerikan İç Savaşı'nda yaşadıklarından sonra sanrılar gören Dr. William Minor'ün geldiği İngiltere'de kendisini takip ettiğini düşündüğü suçsuz bir adamı öldürmesiyle başlıyor. Mahkeme onun akıl hastanesine yatırılmasına karar veriyor. Tam da mahkemenin görüldüğü günlerdeyse başka bir yerde Oxford Üniversitesi James Murray'e sözlük yazma görevini teklif ediyor. Murray, İngilizce konuşulan her yerde dağıtılmak üzere herkese bir çağrı yapıyor. Bir kelime seçin, anlamını yazın bir alıntıyla bize gönderin. Akıl hastanesinde bir kitabın arasında bu ilanı gören Minor ise kelime yazıp göndererek kendini iyileştirmeye çalışıyor. Böylece ikilinin yolları kesişiyor.
Filmin ilk yarısında karakterleri tanıtan ve daha çok sözlüğün yazım sürecine odaklanan film, özellikle ikilinin fiziki olarak bir araya gelmeye başlamasıyla daha da lezzetli hale geliyor. Ama bir noktadan sonra film sözlüğün yazım sürecinden çok Minor'e odaklanıyor. Vicdan azabı çeken ve öldürdüğü adamın karısının ona ilgi duymaya başlaması sonrası yine hastalığı depreşen Minor kelime yazmayı bırakıyor. Bundan sonra ise Willam'ın Minor'e yardım etmeye çalışmasını izliyoruz.
Yer yer o soğuk İngiliz kibrini eleştiren film, bir yandan dilin her daim kendini nasıl geliştirdiği ve bu gelişimin önünde durulamayacağını anlatırken diğer yandan 19. yüzyıl İngilteresi'nin insanlara bakışını da ele alıyor. Ama verdiği en önemli mesaj ise; "hiç okuyanla okumayan bir olur mu?"
Mel Gibson'un olağan rollerinden biri olarak görülebilecek filmin yıldızı ise Sean Penn. Depresif karakterleri genel olarak seven Penn Deli ve Dahi de yine etkili bir performans sergiliyor...
Boğazdaki bir yumru!
Bu hafta sinema gerçek olaylara bakıyor desek yeridir. Yönetmen Thomas Vinterberg de 2000 yılında yaşanan ve 118 denizcinin hayatını kaybettiği Rus denizaltısı Kursk faciasını anlatıyor. Robert Moore'un A Time to Die kitabından uyarlanan film alttan alta kaza sonrası hayatta kalan denizcilerin kurtarılma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu anlamamızı sağlıyor. Film bir yandan hayatta kalan denizcilerin trajik bekleyişini anlatırken diğer yandan denizcilerin kurtarılması için Rusya'nın uluslararası yardımlara nasıl ayak dirediğini ele alıyor. Özellikle ordunun üst düzey komutanlarını hedefe koyan film Rusya'nın böylesi bir facia sonrası yaşanan krizi iyi yönetemediğini gösteriyor. Sinematografik olarak iddialı olmasa da hikayesiyle, duygusuyla vasat üstü bir yapım Kursk. Diğer denizaltı filmlerine göre duygusal olarak seyirciyi klostrofobik bir hale sokuyor. Belki finaldeki muhteşem hesaplaşma ile bir nebze nefes alsanız da insanın boğazında bir yumru bırakıyor. Ki Rusya halkı ve özellikle Kursk mürettabatının aileleri yıllardan beri işte o yumru ile yaşıyor. Belki Putin de bunu bildiği için olaydan sonra "Bu trajediden dolayı kendimi sorumlu ve suçlu hissediyorum" demişti.