Yıllar önce çizgi film olarak hayatımıza giren Transformers, yönetmen Michael Bay'in elinde gürültüsü patırtısı bol, yıkımı, patlaması çatlaması hiç eksik olmayan bir aksiyon bilimkurgu serisine dönüşmüştü.
Bay, aksiyon işini o kadar abartmıştı ki serinin son filmi Transformers 5: Son Şövalye'yi izleyince "Aksiyondan, perdedeki kavga gürültüden, çok hızlı kurgudan dolayı adeta dayak yemişe dönüyorsunuz. Bir aksiyon bu kadar yorucu olabilir mi, olabiliyormuş meğer..." yazmıştım. Belli ki metal yorgunluğu olmuştu ve ceremesini biz seyirciler çekiyorduk.
Bu gerçek, yapımcılar tarafından da anlaşılmış olsa gerek. Çünkü serinin altıncı filmi Bumblebee genel Transformers filmlerinden açık ara farklı anlatıma sahip.
Malum tüm seri metal ırk Autobotlar ile Decepticonlar arasındaki mücadele üzerine kurulu. Ve bu mücadele dünyada gerçekleşiyor. Bumblebee de insanların dostu olan Autobotlar cenahından...
Travis Knight'ın yönettiği film Transformers dünyasında sadece Bumblebee'nin hikayesine odaklanıyor. 1987'de geçen yapım onun dünyaya gelişini, gizlenişini ve 18 yaşındaki asi ergen Charlie Watson'la tanışmasını ve ilişkisini anlatıyor. Ki bu tanışma da oldukça ilginç. Çünkü Charlie Bumblebee'yi vosvos kılığına bürünmüş bir araçken bir tamircide buluyor, tamir ediyor ve onun bir robot olduğunu böylece keşfediyor.
Yönetmen Knight, Michael Bay'in anlatım mirasına hiç yüz vermiyor. İyi de ediyor. Yorucu aksiyon filmi yerine duygusal boyutu olan kararınca aksiyon sahneleri içeren bir dostluk filmi koyuyor önümüze. Bu anlamda film, uzaylı- insan dostluğunu duygusal anlatımla işlemesiyle E.T'nin, bir vosvosla genç kızın ilişkisini anlatmasıyla Herbie: Tam Gaz'ın yolundan gidiyor...
Ne diyelim, hikayesi, esprileri, 80'lere yönelik göndermeleri, klasik aksiyona meyletmesiyle Bumblebee için serinin en iyi filmi diyebiliriz. Öyle ki, Transformers serisine mesafeli olanların bile kayıtsız kalamayacağı bir yapım.
***
Aşka hudut çizilmiyor
Polonyalı usta yönetmen Pawel Pawlikowski'nin anne-babasının hikayesinden ilham alarak çektiği Soğuk Savaş, Soğuk Savaş döneminde Polonya'da başlayan ve farklı ülke ve coğrafyalarda, farklı ruh hallerinde devam eden inişli çıkışlı epik bir tutkulu aşkı anlatıyor. Bu yıl festivallerin gözdesi olan filmde anlıyoruz ki, Pawlikovski, bir nevi Polonya tarihiyle olan hesaplaşmasını sürdürüyor.
Pawlikowski'nin karakterleri, halk ezgilerini derleyen bir ekipte çalışan piyanist Wiktor ile bu ezgilerin söyleneceği koroyu oluştururken tanıştığı Zula. Bu tanışma ikisinin de hayatını kökünden etkiliyor. Koronun sanat yöneticisi olan Wiktor ile kısa zamanda koronun yıldızı olan Zula, ilişkilerini ülkenin otoriter rejiminin gölgesinde gizli kapaklı yürüyor. Ta ki Wiktor'un bir Berlin konseri sonrasında Batı'ya iltica etmesine kadar. Zula'nın son anda 'özgür dünya'ya gitmekten vazgeçmesiyle ikilinin yolu ayrılıyor. Sonra Paris'te kesişiyor. Ama 'özgür dünya' da onların ilişkilerinin dermanı olmuyor. Bu sefer kendi varoluş çabaları ikilinin yolunun ayrılmasına neden oluyor...
Siyah beyaz çekilen filmin, uzaktan Zeki Demirkubuz'un Kader'i ile bir akrabalığı var. Birbirlerini çok seven, ama bir ayara gelince de birbirlerine hayatı zehir eden, birbirlerinin de kaderini etkileyen iki insan var karşımızda. Bu ilişkiyi baskılar, egolar, varoluşsal sorunlar, uzun yıllar sürecek Soğuk Savaş yılları etkiliyor belki ama nihayetinde onların mutlu olamamalarının sebebi biraz da kişisel... Fakat Pawlikowski onların kişiliklerinin otoriter rejim altında nasıl şekillendiğini, karakterlerinin kişisel huzursuzluklarının kaynağının rejim baskısı olduğunu da hissettiriyor.
Pawlikowski'nin olağanüstü kadrajları, Joanna Kulig'in muhteşem performansı, Tomasz Kot'un dengeli oyunculuğu ile akıllara kazınan filmin yumuşak karnı ise finali. Finaldeki teslimiyetçilik, filmin ilmek ilmek işlediği o güçlü duyguyu taşıyamıyor. Açıkçası bu finalle Pawlikoski büyük bir filmin kıyısından dönüyor... Yani iyi bir film var karşımızda ama çok daha iyi olabilirmiş...