Esra Ronabar, dört yıl önce sete giderken bir kamyonun altında kalan araçtan çıkarıldığında vücudunda kırılmadık kemik kalmamıştı. İki ay sol tarafı kısmi felçliydi. Kolunu eskisi gibi kullanacağına mucize gözüyle bakılıyordu. O, artık iyileşti ve setlere döndü. Ronabar değişen hayatını, dört yıl süren iyileşme sürecini ve yeni dizisi Cennetin Gözyaşları'nı anlattı
- Kazadan sonra ilk televizyon işinize başladınız. İlk gün nasıldı?
- Çok heyecanlıydım, korkuyordum, yapamayacağımı düşünüyordum. İlk set günümde bir flashback sahnesi vardı. Her şey dün setteymişim gibiydi. Sanki aradaki o dört yıl hiç yaşanmamış gibiydi. Galiba kötü şeyler hiç hatırlanmıyor. Hele iyi motivasyonların varsa. Mesleğim benim en büyük motivasyonum. Oğlum, eşim, annem, babam ve hikâye anlatma isteğim beni hayatta tutuyor. Caddebostan sahilde ayağımın topal kalmaması için her sabah yürürken isteğim, bir daha hikâye anlatabilmekmiş. Çünkü o zamanlarda tekrar tekrar yenilendiğimi hissediyorum. Hikâye anlatmadığım zamanlarda daha yalnızım ve içime kapanığım. Hikâye anlatırken canlandırdığım kadının dehlizlerinde gezinirken daha özgürüm, daha mutluyum. O yüzden ilk set günüm, daha dün setteymişim gibiydi.
- Eşiniz, "Dizi işini boş ver, tempo ağır" gibi telkinlerde bulunmadı mı?
- Hiç. Çünkü o da çok iyi biliyor içimdekini. İkimizde birbirimizin nereden beslendiğini görüyoruz. Oyunculuğu da hiç ayırmıyorum; tiyatroda da, sette de, reklamda da, sinemada da aynı şey benim gözümde. Bu daha zor ya da kolay, önemli ya da önemsiz diye ayırmıyorum. Bir de kamerayı özlemişim...
- Şu anda sağlık durumunuz nasıl? Her şey yolunda mı?
- Çok iyiyim. Tüm tedavim çoktan bitti. Hatta o kadar iyiyim ki, çocukluk hayalimi gerçekleştirdim ve bir tiyatro kurdum. İsmi Kirpi Tiyatro, Batı diye bir oyun sahneye koyuyoruz. Arzu Bigat Baril ve Murat Kılıç'la kurduk. Geçen mart ayından beri Sahne Pulcherie'de oynuyoruz. İki kişilik bir oyun, ilişkileri dibe vuran bir karı-kocanın öyküsünü anlatıyor. Bu kadın ve adam aslında kendi aralarında bir problem olmadığını, problem diye var ettikleri şeylerin dışarıdan kendilerine dayatılan şeyler olduğunu oyun sırasında fark ediyorlar.
- Biraz açar mısınız?
- Gerçekten üzüldüğümüz, kafayı taktığımız, kavga etmemize neden olan şeyler acaba gerçekten bizim kendi hislerimiz mi? Yoksa bu hayatta bize dayatılan, "Bak bu kesin bir sorun" denen şeyler mi? Biraz ezber bozmak üzerine düşünmeye başladım. Çünkü çok fazla sorunun bize ait olmadığını düşünüyorum. Gazeteyi açıyorsunuz, yazıyor ki, "Kendinizi şımartın, SPA'ya gidin, şöyle tatil yapın, böyle yaparsan mutlu olursun". Gerçekten hepimiz aynı şeylerden mi mutlu oluyoruz ya da evlilik yıldönümü, doğum günü gerçekten hep kutlanmalı mı? Kutlanınca mutlu mu oluyoruz? Kendini şımartmak nasıl bir şey? Çok fazla evde oturunca bunları düşünüyorsun (gülüyor). Biraz fazla ezberden gittiğimizin farkına vardım. O, onu yapıyor diye yapmak, beriki bunu söylüyor diye doğru olduğuna inanmak... Biraz uzaktan bakınca, çok fazla problemin bana ait olmadığını, klişelerden dolayı mutsuz olduğumu fark ettim. Mesela sürekli sosyal medyadaysan mutsuz olursun. Çünkü kimse sosyal medyaya ağladığı, öfkelendiği, terk edildiği, işini kaybettiği anın fotoğrafını, videosunu koymaz! Sosyal medyaya bakarsan herkes mutlu bir ben bedbaht!
- Başka neler üzerine düşündünüz, iyileşmeyi beklerken?
- Ben dediğimiz şey ne? Beni; annen, baban, gittiğin okullar, o okulda sana öğretilenler, mahallen, daha sonra senin seçtiklerin oluşturuyor. Ama bu oranlamada kişinin seçtikleri en az yer kaplıyormuş gibi. Ben dediğimiz şeyin içinde benim dışımda o kadar çok şey var ki. Kendi bakış açımızı oturtabiliyor muyuz, yoksa onlar ezberlerimiz mi? Artık meselelere daha uzaktan bakmayı öğrendim. Beni oluşturan etmenleri kenara itip, farkına varmaya çalışıyorum; bunu kimden almışım, bundan hoşlanıyor muyum? diye... Her eylemimi, her mimiğimi daha çok sorguluyorum bu dört yıldan sonra. Yeni baştan kendimi tanıyorum. Bu dört yılın hep benden bir şeyler götürdüğünü düşünmüştüm içinde yaşarken, artık öyle düşünmüyorum. Daha da ezberimi bozmaya çalışıyorum. Bir karaktere ve kişiye de böyle bakıyorum. Ne kadar çok sorgularsam o kadar iyi. O zaman hiçbir şeyin bana dayatılmasına izin vermiyorum. Çünkü baktım ki, tartışmalar, üzüntüler, kavgalar, iletişim sorunları aslında hep ezber ettiklerimizden geliyor.
- Bu dört yıl evliliğinizi, eşiniz Barış Falay'la ilişkinizi nasıl etkiledi?
- Güzel bir sınavdan geçtik. Ama kalabilirdik, sınavı geçtik. Sonat ne diyeyim; ben artık her sabah sol elime bakıyorum, yoktu aslında sol elim. Tamir oldu, sonra bir daha yok oldu. Ve şu an olmayabilirdi. Şu an sete gidemeyebilirdim, geri dönmüş olmaktan mutluyum.
- Mutluluk ne size göre?
- Mutluluk işle, güçle, parayla, ürettiğinle ilgili değil. Mutluluk seninle ilgili bir şey. Senin başına gelen olaylara verdiğin tepkiyle ilgili bir şey. Neyin değerli olduğunu birazcık öğrendiğimi zannediyorum. Neyin önemli olduğunu unutmamaya çalışıyorum. Zaten elime bakınca, şu topuklu ayakkabıyı giyince, üzerine basabilince unutmuyorsun. İşler olur, gider, biter. Sonuçta sen önemlisin, sen olacaksın ki, her şey olsun. Benim mottom, sana dayatılan hayatı biraz gözünü açıp sorgula!
Şehirde çalışan bir kadınsan anne olarak çok yalnızsın
- Çok genç bir kadınsınız ama dizide bir anneyi oynuyorsunuz. Bu soru işareti yaratmadı mı kafanızda?
- 25 yaşındaki iki pırıl pırıl yeteneğin annesini oynuyorum. Biz annelerimizin çağındaki gibi saf bir çağda değiliz. Her şey yapay, sosyal medya, insanların kendilerini anlatma şekilleri gerçek değil. Şu anda bir simülasyon evreninde yaşıyor gibiyiz. O yüzden bu çağda insanlar daha fazla öze, doğala dönüp, kendilerini daha iyi korumaya çalışıyorlar. Spor yapmak, inançlı olmak bence hep bunların neticesi. Gerçek çok fazla, neyin gerçek olduğunu bilmiyoruz, o yüzden biz öze dönelim düşüncesiyle herkes daha genç gözüküyor. Bu yüzden genç bir oyuncu olarak, 25 yaşında iki genç arkadaşımın annesini oynamak beni düşündürmedi.
- Sizin annelik anılarınız nasıl?
- Elbette annelik kutsaldır ama anne olduktan sonra fark ediyorum ki bu kolay olmayan mertebede çok sorun var. Çok daha erken anne olabilirdim mesela 18 yaşında... Ve büyük hatalar yapabilirdim. Ben 30 yaşımda anne oldum, aklın mantığın ve kararların oturduğu bir yaş. Ama 18 öyle bir yaş değil. O yaşta anne olmak çok zor, daha sen çocuksun. Yaşı ne olursa olsun, her kadın anne olmaktan korkar, zorlanır. Elinde bir canlı var ve sen emzirmezsen, beslemezsen ölebilir. Doğduğum Ödemiş'te olsaydım ikinci, üçüncü çocuğu yapabilirdim. Çünkü etrafım, anneler, babalar, kayınvalideler, teyzelerle doluydu. Kalabalık ailelerde çocuğun tek sorumluluğu, endişesi sana kalmıyor. Ama şehir hayatında, hele çalışan bir kadınsan anne olarak çok yalnızsın. Bir sen, bir bebek, bir eşin ve belki bir yardımcı.
O çarklar beni öğütür
- Modunuz düştüğü zaman, kendinizi yükseltmek için o kötü günleri anımsıyor musunuz hemen?
- Bunun geçici bir Pollyanna'cılık mı, yoksa hayatta süregiden bir ruh hali mi olacağına kişi kendi karar veriyor. "Kötü günler geçirdim ve eskiyi unuttum" herkes der. Ama dönüştürmek gereken zor bir durum var; kötü bir şey yaşadım, tekrar iş hayatına dönüyorum, iş hayatı aynen bıraktığım gibi değişen bir şey yok. Çarklar aynı hızla dönüyor. O çarka karşı nasıl konumlanacağımla ilgili her şey... Burada bu deneyimi unutursam, kazayı yaşamamış Esra gibi davranırsam, o çarklar beni öğütür. Ben başıma gelen şeye karşı, bu deneyimden sonra çarka mesafe alıyorum. Tabii ki işimi yapacağım ama beni öğütmemesi için de elimden geleni yapacağım.
Tutunma hikayeleri anlatmak istiyorum
- Uzun bir aradan sonra bir dizi projesine "Evet" dediniz. Niye bu hikaye?
- Bu dizinin teklifi bana gelmeden hemen önce bir röportaj yapmıştım. Orada "Annelik hikâyeleri anlatmak istiyorum" demiştim. Böyle bir deneyimden geçtim ve tüm annelerin bildiği gibi bu çok mutlu bir deneyim değildir. Endişenin çok olduğu, sorumlulukların çok arttığı, kaçıp gitmek istediğin ama bunu asla yapmaman gereken bir tecrübedir. Annelik çok başka bir duygudur, aslında negatif taraflarını pek anlatmayız. Çünkü kültürümüzde annelik önemli bir mertebe. Bir de hayata tutunma hikâyeleri çok ilgimi çekiyor.
- Geçirdiğiniz kazayla ilgini sanırım bu duygu?
- Evet kesinlikle. Çok büyük bir kaza geçirdim. Mesleğimden çok uzun süre ayrı kaldım, hayata tutundum, ameliyat oldum, tam "İyiyim" dediğim noktada tekrar felç oldum. Hayata tutunamadım, yıkıldım, ayağa kalktım ve "Bu hikâyenin versiyonlarını anlatmak istiyorum" dedim ve bir hafta sonra bu senaryo geldi.
- Hikaye hangi yönüyle çok etkiledi sizi?
- Oynadığım karakterin bir adı Arzu, bir adı Cavidan, kendini yakmış, yıkmış, küllerinden doğup kendine başka bir isimle yeni bir hayat kurmuş. Kimsesiz büyümüş, hayata bir-sıfır yenik başlayıp, başarmak zorunda olanlardan. Zaten onlar hayatta daha başarılı oluyorlar. Öyle olmak zorunda kalıyorlar. Bir ailesi yok, kimsesi yok ve başına bir insanlık suçu geliyor. Cennetin Gözyaşları bir annelik hikâyesi. Bir kadından birbirinden tamamen farklı iki anneyi izleyeceğimiz bir hikâye.