Murat
Atabarut'u bugüne kadar cemiyet hayatından, eşi Arzu Atabarut ile verdiği fotoğraflarıyla tanıdık. Bir de imzasını attığı mimari projeleriyle... Derken
Kış Masalları adlı bir roman yazdı Atabarut. Kendi Gürcü kökeninin derinliklerine dalan, ancak gerçek tarihi olaylar ve aile adlarıyla kurguyu bir araya getirirken bir tutam da gerçeküstü bir masal tadı taşıyan bir hikaye anlatılıyor Altın Kitaplar'dan çıkan romanda. 1700'ler ve 1930-40'lar arasında paralel ilerleyen hikayede; bir Gürcü soylusuyla bir şaman kıza âşık olmasıyla başlayan lanetli olaylar ailenin yedi neslini etkiliyor, âşıklar bir türlü kavuşamıyor. Kavuşamayan aşklar, lanet, şamanlık ve gerçeküstü kimi olaylar bu romanın ön plandaki sürükleyici hikayesini oluştururken; geri planda ise doğa ve hayvan sevgisi, gerçek ruh asaleti, bozulan ve yitirilen değerler gibi olgular işleniyor. Satır aralarında tasavvufu anımsatan derin bir felsefe hissediliyor.
- Nasıl bir ailede büyüdünüz?
- Ben daha çok annemin iki teyzesiyle büyüdüm. Annem çok genç, onlar da dul hanımlardı. 'Murat bizde kalsın, bize gelsin,' diye diye onlarla büyüdüm. Bana hayata renkleriyle bakmayı öğrettiler. Dostları hep çok enteresan insanlardı. Onlarla büyüdüğüm için kendi jenerasyonuma göre çok daha fazla eski kelime kullanıyorum konuşurken. Kitabın dili de öyle.
- Kitabınızda asalet kavramını da anlatmaya çalışıyorsunuz.
- Biliyorsunuz Osmanlı'da aristokrasi yoktu. Hanedan ailesine bile aristokrat demek mümkün değil. Mavi kan diye bir şey yok bizde. Asalet ile aristokrasiyi birbirine karıştırmamak lazım. Bazen gazetede 'çok asil giyinmiş' diye bir takım şeyler görüyorum. Asil giyinmek diye bir şey olamaz, çünkü asalet bir görünüş değildir. Asalet bir varoluş biçimi bence. Yani insanların duruşları, hayata bakış şekilleri, davranış biçimleri... Kılık kıyafetle, arabayla olmaz.
- Kitabınızda ön tema olarak kavuşamayan lanetli âşıklardan bahsediyorsunuz. Buradan sizin aşk hikayenize gelmek istiyorum. Eşinizle aşkınız nasıl başladı?
- Tesadüf eseri başladı. Klasik bir ailede büyümediğim için illa herkesin evlenip çocuk yapması gibi bir gereklilik olduğuna inanmıyordum. Arzu'yla bir dost toplantısında tanıştık. Sonra konuşurken baktım ki hayat hakkındaki fikirleri bana çok yakın. Sonra birlikte yemekler yedik, gezdik dolaştık falan. Ve Arzu benim aksime o çok klasik bir aile ortamında büyümüş. Ama sonuçta biz onunla hayata aynı pencereden baktığımızı hissettik. Tabii ki fiziksel etkileşimin de çok büyük önemi var.
CEMİYET HAYATINDAN HOŞLANMIYORUM
- Kitabınızdaki kadın kahramanlar hep güzellikleri ve zarafetleriyle dikkat çekiyor. Bu karakterler bana biraz eşinizi çağrıştırdı.
- Tabii ki çevremden, ailemden ilham aldım kitabı yazarken. Bir de Arzu'nun en mühim özelliği, hayata karşı son derece toleranslı ve dik durabilmesidir. Romanımdaki kadınlar gibi, etrafını, olayları olduğu gibi kabul edebilen, olduğu gibi gören bir insan...
-
Siz hem çok faal hem de cemiyette tanınan bir insansınız. Sever misiniz cemiyet hayatını?
- İşim icabı demek daha doğru. Çok sosyal bir insan değilim. Ama benim veya Arzu'nun bir arkadaşı örneğin galeri açılışı yapıyor ya da bir dernek yemeği düzenliyorsa mecburen gidiyorsunuz. Bunun başka bir şıkkı yok. Belki çok ayıp bunu söylemek ama pek çok yere isteyerek gitmiyorum. Anormal bir trafik var çünkü. Ben daha çok ev davetlerini severim.
HAYATIM BOYUNCA KİMSE BANA HESAP SORMADI
- Kitapta dominant babaları ve oğullarını görüyoruz. Sizin babanızla nasıl bir ilişkiniz vardı?
- Babam çok genç yaşta, 52 yaşında vefat etti. Baba olduğunda 21-22 yaşındaymış, tam bir aşk evliliğiymiş bizimkilerinki. Fakat çocuk sahibi olmanın önemini kavrayacak bir yaşta değildi. Babamla çok yakın bir ilişkim olduğunu söyleyemem.
- Kardeşiniz var mı?
- Hayır, tek çocuğum. Hiçbir şeyi saklamak zorunda kalmadım hayatım boyunca. Bir kırık not alıyorsam mesela kendim üzülürdüm, çünkü kimse bana 'Niye kırık aldın?' demezdi. Veyahut da okulda bir tatsızlık olduğunda falan hep ben haklıydım. 'Acaba hata sende mi, oğlum sen de şöyle yap,' diyen olmadı. Bir otorite boşluğu vardı hayatımda. Fakat o boşluğu kendi kendime doldurdum. Mesela hastayken hep yorganın içinde öksürürdüm ki aman beni okula göndermemezlik etmesinler.
- Babanız ne iş yapıyordu?
- Babam hiçbir iş yapmadı. Yani hiç çalışmadı. Aslında Gazetecilik Yüksek Okulu mezunuydu babam, gazeteciliği hep çok hoş bir iş olarak düşünmüş.
- Yazı kabiliyetinizi ondan mı aldınız?
- Zannetmiyorum, çünkü yazı da yazmadı. Güzel yaşamaya meraklı bir adamdı. O, artık iş yapmadan yaşamaya çalışan kuşağın son temsilcisiydi. Babamın dedesi Şevki Paşa ise generalmiş. Baruthanenin kumandanı olduğu için Atatürk ona Atabarut soyadını vermiş. Ama ondan sonra demek ki bizden pek çalışkan biri bizden çıkmamış.
KUĞULARIM, KÖPEKLERİM VE KUŞLARIMLA YAŞIYORUM
- Sizin hayat felsefenizi 'doğayı ve hayatı dinlemek' olarak tanımlayabilir miyiz?
- Yüzde 100 öyle. Hayatı ahenkle yaşamak lazım. Mesela burada birlikte yaşadığımız hayvanlar var. Kuğular, köpekler, kuşlar, balıklar... İnanıyorum ki onlar mutluysa, o pozitif enerji bize de geçiyor. Sokak hayvanlarına da yardımcı oluyorum. Bütün suçlar hayvanlardan başlıyor. Saldırılar, tecavüzler önce hayvana, sonra çocuğa, daha sonra engelliye ve yaşlıya ve insana olarak gidiyor. Saldırganlığını, hayvanlar bazındayken durdurmak lazım.
- Evinizin öyküsü nedir?
15 sene önce şehirde yaşayamayacağımı anladım. İstanbul'a yakın ormanlara bakarken, Polonezköy yakınlarındaki bu arsayı, bu büyük ağaçları gördüm. Ağaçların olduğu yerler önemlidir çünkü sadece enerjisi müsbet yerlerde çok büyürler. Sonra evi inşa ettik. Sarmaşıklarla da örtülünce, tabiata daha uyumlu oldu.
- Evin bir tarafı mezarlık, diğeri ormanlık. Hayatla ölüm arasında bir dengede gibi...
- Mezarlık beni rahatsız etmez. Sadece o tarafta müzik çalmıyorum, Çünkü öldükten sonra ne olduğunu bilmiyoruz.Bilmediğimiz şeylere saygı duymamız lazım.