James Bond 25. filmiyle dönüyor. Ve yalnızca son dönemin değil, belki tüm zamanların en iyi Bond macerasını sunarak çıtayı iyice yükseltiyor. Evet, anlaşıldı: James Bond ölümsüzdür. Ama bundan sonraki filmler de bu düzeyi korumak gibi zor bir iş yüklenecekler. Alışılageldiği gibi jenerik öncesi nefes kesici ve tümü İstanbul'da çekilmiş bir bölümle başlıyor film... Ve Bond, görünürde Türkiye'de can veriyor. (Allah korusun; ne kötü bir propaganda olurdu). Hem de dostun elinden: M.'in emriyle onu vurmak zorunda kalan bir kadın ajanın kurşunuyla... Ama elbette o dokuz canlıdır. Bir ölü olarak tatilini geçirdiği Ege kıyılarından ülkesine dönüyor. Çünkü İngiliz casusluk servisleri tarihte görülmedik bir büyük saldırı altındadır ve Londra'nın göbeğindeki ünlü binaları bile bombalarla havaya uçmuştur! Bond bir yandan M.'den öfkesini çıkarırken, öte yandan M. ve tüm örgütü gençlerle değiştirmek isteyen otoriteye karşı eski güçlerini koruduklarını kanıtlamaya çalışacaktır. Her şeyin ardındaki bir süper manyağa karşı canını dişine takarak... Ian Fleming'in romanları çoktan tükendiğinden, filmin üç yazarı ancak ondan esinlenerek yepyeni bir serüven yaratmışlar. Ve ona artık 2010'ların damgasını vurmayı başarmışlar. Öyle ki, bu uluslararası terör ve şiddet çağında, o klasik İngiliz gururunun ve her şeyi 'bize dokunamazlar' tarzı bir güveni mizahla besleyip sunmanın eseri yok. Tersine, İngiliz (veya ABD) devletlerinin bu yeni düşmana va farklı savaşa karşı çaresizliği açık biçimde beliriyor. Bu çerçeve içinde, James Bond da Connery'den Moore'a ve Brosnan'a farklı oyuncuların damgalarını bastıkları, ama sonuç olarak hep biraz gerçekdışı, fantezi ürünü ve stilize görünen kişilikten sıyrılıp çok daha gerçek biri oluyor. Film, Bond'u alabildiğine insancıl kılıyor, yeri geldiğinde zayıflık ve kırılganlığının altını çiziyor. İster dişe diş savaşırken, isterse yitirdiği gücü kazanmak için egzersiz yaparken... James Bond aramızdan biri, sıradan bir insan oluyor. Hikayenin onu İskoçya kırsalında ana-babasının mezarını keşfederken göstermesi boşuna değil. Bu arada annesinin Fransız olduğunu da öğreniyoruz; klasik Bond karakterinin kimi özelliklerini doğrular biçimde...
BAŞ DÖNDÜREN AKSİYON
Aynı şey M. için de söylenebilir. Son yıllarda Oscarlı oyuncu Judi Dench'in devraldığı bu 'Bond'un patronu' karakteri, filmde tüm gizli yanları ve saklı zaaflarıyla karşımıza geliyor. Ve yerini yine çok iyi oyuncu Ralph Fiennes'e bırakarak veda ediyor. Aksiyon sahneleri yine baş dönürücü, ama inandırıcı. Bond kızları yine var, ama artık James eskisi gibi etek düşkünü değil, sürekli bir ilişki peşinde. Kötü adam Javier Bardem ise harikalar yaratıyor. Düşman bu kez komünizm, savaş körükçüsü veya dünyayı yok etme peşindeki bir çılgın değil. Sadece, eskiden emrinde olup 'anne' dediği M. tarafından yuvadan atıldığı için intikam peşindeki eşcinsel bir deha. Bond'a kur yaparken sorduğu "İlk defa, değil mi?" sorusuna onun verdiği "Nereden biliyorsun?" yanıtı ise, ünlü casusa en azından biseksüellik yakıştırmalarına neden oldu. Maksat reklam olsun! Evet, hazır olun. Bu yepyeni bir Bond. O eski uçarılık, o üslupçu anlatım, o yüzeysel oyunlar yerlerini gerçek bir serüvene bırakıyor. Akan teri, kanı ve gözyaşını hissetiren amansız bir maceraya... Bu elbette biraz da Oscar'lı yönetmen Sam Mendes farkı. Türkiye bölümlerine gelince... Kendi adıma müthiş buldum. İşte eski İstanbul, tüm özellikleriyle bir büyük macerada böyle kullanılmalı. İstanbul deyince hep aynı görüntüleri kullanan, bırakınız Kapalıçarşı'nın çatısını, bir cami şerefesine bile çıkmamış bizim sinemacılarımız utansın!
SKYFALL ****
Yönetmen: Sam Mendes/ Senaryo: Neal Purvis, Robert Wade, John Logan/ Görüntü: Roger Deakins/ Müzik: Thomas Newman Oyuncular: Daniel Craig, Javier Bardem, Judi Dench, Ralph Fiennes, Naomie Harris, Ben Wishaw, Berenice Marlohe, Albert Finney MGM-Columbia filmi