Fransa bir zamanlar bizdeki Batıcıların gözdesiydi. Şimdi Batı'daki liberallerin gözdesi... Son çaresi, umut kapısı. Yeni bir tutamakları var artık: Fransız modeli! Esasında ortada bir model de yok. Yeni bir cumhurbaşkanı var. Küreselleşme diyen, AB'yi savunan, sosyal liberalizme vurgu yapan, içe kapanmacı politikaları eleştiren Emmanuel MacronFransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçildi.
Avrupa'nın liberalleri için Macron'un seçilmesinden daha önemlisi aşırı sağ parti Ulusal Cephe'nin lideri Marine Le Pen'in seçilmemesi. Macron'un seçilmesi, Avrupalı solcularda ve liberallerde ciddi bir heyecan ve motivasyon yarattı. Önde gelen medya kuruluşları Macron'un gelişini ayakta alkışladı.
İngiliz Independent Macron'un cumhurbaşkanlığını Fransa'nın "popülist devrim akımını durdurması" olarak yorumladı.
Alman Die Welt, "Yaşasın Fransa, Macron Kazandı" diye manşet attı.
Fransız Le Figaro "Yürüyerek Gelen Zafer" başlığıyla çıktı.
Hollanda'nın De Telegraaf gazetesi "Hoş Geldin Macron" diyerek selamladı Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanını.
İspanya'nın El Pais gazetesi Macron'un seçim başarısını "Fransa Radikalizmi Yendi" diye duyurdu.
Yunan Ta Nea birinci sayfaya Macron'un kocaman bir karakalem resmini çizip yanına "Macron'un Zaferi... Fransa Demokrasi ve Avrupa Dedi" ifadelerini ekledi.
TV kanalları, son yıllarda yenilgi üstüne yenilgi yaşayan Batılı liberallerin sosyal medya hesapları bu türden mesajlarla dolup taştı.
***
Tam bir bahar havası... Gelgelelim bu yalancı bir bahar. Avrupa için ok yaydan çıktı bir kere. Dönüşü olmayan bir yola girildi. Aşağıdan yukarıya doğru işleyen sosyo-politik bir dönüşüm süreci ile karşı karşıyayız. Popülizm yükseliyor. Sağ yahut sol, fark etmez. Popülizm günden güne "politik doğruculuk"la hayatiyetini sürdüren merkez siyaseti yutuyor. Siyasetin merkezi dönüşüyor.***
Popülizm elitler düzeninden duyulan toplumsal rahatsızlığın siyasete tercümesi esasında. Hem sağda hem de solda karşılık buluyor. Batı'da ve özellikle Avrupa'da popülizmin yaygınlaşmasının en önemli dinamiklerinden biri aşırı sağın yükselişi. Aşırı sağ, Batı'daki popülist siyasetin en görünür formu. 1930'ların faşist ve Nazi düşüncesinden, 1970'lerden itibaren gelişen "vergi karşıtı hareket"ten, "küreselleşme ve AB karşıtlığı"ndan beslenen bir siyasetten bahsediyoruz.
Fakat aşırı sağ, popülizmin tek temsilcisi de değil. Popülizm solu da etkisi altına alıyor ve sol siyasetin söylemlerini kullanarak müesses nizama ve onun arkasındaki elitlere yönelik popülist bir dalga da yükseliyor. Popülizmin Avrupa siyasal alanını tahakküm altına almasının ikinci gerekçesi göçmen korkusu ve İslam nefreti. İslam'ı radikalizm, fanatizm ve hatta terörizmle özdeşleştirme tutumu sadece sağ popülizmin bir unsuru değil. Göçmenlerin toplumsal huzuru bozduğu, suç oranını yükselttiği, devletin göçmenlere "kendi vatandaşları"na sunmadığı çok özel sosyal haklar sağladığı, göçmenlerin Avrupalıların işlerini çaldığı söylemlerinin tek sahibi sağcı popülistler değil. Elbette popülizmin yükselişini tırmandıran üçüncü bir husus, Avrupa ekonomisinde yaşanan kriz ve durgunluk. Yine buna bağlı olarak dördüncü bir unsur sosyal devletin çöküşü. Ve tabii ki AB'nin varlığı ve Brüksel'deki bürokratların tutumları.
Bundan 10 küsur yıl önce İngiltere'nin 1979- 1990 yılları arasında başbakanlığını yapmış muhafazakâr partinin lideri Margaret Thatcher'a "en büyük başarınız nedir" diye sormuşlardı. O da "Tony Blair ve İşçi Partisi" demiş "rakiplerimizi, zihniyetlerini değiştirmeye zorladık" diye de eklemişti. Le Pen, Fransa'nın hiçbir zaman başına gelmedi ancak bir Macron üretti. Le Pen de pekala "en büyük başarım Macron" diyebilir. Macron sadece pragmatik bir AB savunusu yaptığı için seçilmedi aynı zamanda milliyetçi bir portre çizdiği ve düzen partilerine meydan okuyan popülist bir söylem tutturduğu için de kazandı. Avrupa'nın liberalleri kazanmadı aslında, daha büyük kaybetti!