Çetin Altan, "300 bin ölü verdiğimiz bir savaşı hâlâ neden 'Çanakkale Zaferi' diye kutluyoruz, anlamıyorum!" diyordu bir yazısında. (Üstad uçuyor. İki taraftaki kayıpları toplasanız 300 bin etmez.)
Ben de anlamıyordum.
Harp tarihi uzmanları, Çanakkale'nin yıkılıp dağılmakta olan imparatorluk için "son mevzi" olduğunu; "düvel-i muazzama"nın bu cepheyi bu kadar önemsemesinin altında ise Rus Çarı'nın giderek sarsılan konumunu sağlama alma kaygusu yattığını söylüyor...
İngilizler, Boğaz'ı müttefik donanmasına açmak için Yeni Zelanda'dan, Avustralya'dan asker toplayıp "Anzak Birlikleri" adı altında Gelibolu'ya sürecek, hiç ummadıkları bir "direnç"le karşılaşınca işi onur meselesi yapıp tüm imkânlarını bu savaşa seferber edecektir... ("Derin Tarih" dergisi, Çanakkale'de bize karşı savaşan "siyon birliklerini" kapak yapmış. Okuyalım. Okutalım.)
Savaş 1918'de sona erdiğinde (1915'te savaş bitmişti oysa), iki taraf da (Çetin Altan'ın rakamlarıyla konuşacak olursak) 300'er bin kayıpla bir daha açılmamak üzere kapatacaktır bu defteri.
Bu kadar basit mi?
Peki, neden 300 bin ölü ya da şehit verdiğimiz; galibi ve mağlubu olmayan bu "anlamsız" savaşı her yıl "zafer" olarak kutluyoruz?
Bir tarihte bunu "mesele" edinmiştim.
Ezine'de, 177. Piyade Alayı'nda askerlik görevimi ifa ediyorum.
1983 Şubat'ının o soğuk, gri, pis yağmuru altında "tatbikat amaçlı" olarak "birerli kol" Odunluk İskelesi'ne yürüyoruz. Temsili düşman kuvvetleri Ege'den çıkarma yapmış, vaziyet ehem...
Dündar Yüzbaşı'nın Karargâh Destek Bölüğü muhkem tepelerde mevzilenmiş, Geyikli'den doğru 106'lık aşırtma havan atışları yapıyor.
Düşman, çamurlu dolakları, sömürge biçimi kısa pantolonlarıyla savaşan Senegal'in, Yeni Zelanda'nın zenci kırması çelimsiz George'lar, Johnson'lar değil; Ali Rıza Üsteğmen'in komutasında kırmızı yeleklerini kuşanmış 1. Tabur, 2. Bölük'ten Rizeli, Tokatlı, Çorumlu yeniyetmeler...
106'lık, 81'lik havanların cehenneme çevirdiği o "savaş artığı" tatbikatta düşündüm onları:
Diyarbakırlı Mehmet, Yozgatlı Şaban, İnegöllü Dursun.
Haziran arazilerinde de, soğuk demirleri etime işleyen kampet yatağıma çekilir, onları okurdum.
Uzaktan, Midilli adasının ışıkları görünürdü.
Kampet arkadaşım Derviş anlatmıştı.
Gelibolu'da bir otelde kalırken, gece koro halinde inlemelerle uyanmış.
Uyuyamamış...
Çanakkale'de şehit düşmüş yüzbinlerce Mehmet'in iniltisi ruhunu muazzep etmiş. Sabaha kadar gözünü kırpmadan yatağın içinde dönüp durmuş.
Yıllar sonra Gelibolu'ya gittim.
Bir otelde kaldım ve ruhumu muazzep edecek o şehit iniltilerini bekledim. Beklediğimle de kaldım...
Gelibolu, "Gallipoli Taxi"lerin, sarı ışıklı, pleksiglas çerçeveli Marlboro, Camel, Royal, Show tabelalarının muhasarası altında soluk, kasaba çağrışımlı, orta halli bir İngiliz kolonisine dönüşmüş; ("kültür emperyalizmi" diyenler bu kısmı çok sevecektir) düşman Çanakkale'yi geçmiş bile...
Önceleri ben de Çetin Altan gibi düşünüyordum.
Mehmed Niyazi'nin "Çanakkale Mahşeri"ni okuyunca fikrim değişti. Hemen tövbe istiğfar ettim.
Çanakkale Savaşı'nı anlatan en ciddi, en derli toplu, belki de en önemli eserdir.
Artık şöyle düşünüyorum:
Hâlâ bu sömürge artığı ülkede ayakta durabiliyorsak, "topyekûn savaş" stratejilerine ve illegal çalışma gruplarına karşı hâlâ kuyruğu dik tutabiliyorsak, bunu onlara, onların o "anlamsız" ve "zaid" savaşına borçluyuz.
Bu anlamsız savaşı vermeseydik, bir de ne olacaktı biliyor musunuz?
Milli Misak diye bir şey olmayacak; Musul, Kerkük ve Batı Trakya'nın yanına bir de İstanbul eklenecekti.
Belki bir vatanımız bile olmayacaktı.