Gülay Göktürk/AKŞAM
İlk talihsizlik "Ben Charlie'yim" sloganının Paris saldırısına karşı verilen tepkinin ana sloganı olmasıydı.
Ne demekti "Ben Charlie'yim" demek? Bu dergiyle özdeşleşmek demekti. Ben bu derginin yayın çizgisini destekliyorum, bu çizgiye saygı duyuyorum demekti...
Oysa biraz olsun vicdanı ve sağduyusu, en ufak bir empati duygusu olan hiçbir insanın o dergiyle özdeşleşmesi mümkün değildi. Derginin yayın çizgisinde saygın olan hiç ama hiçbir şey yoktu.
Ardından derginin yeni sayısının bilmem kaç milyonlarca baskısının yapılıp dünyanın dört bir yanına dağıtılarak terörle mücadelenin bayrağı haline getirilmesi geldi.
Küfür, ifade özgürlüğünün sembolü yapıldı!
Öyle talihsiz bir seçim ki bu, doğru bir mücadeleyi yanlış bir sembol üzerinden yürütmenin ne kadar büyük zararlara yol açabileceğini önümüzdeki günlerde daha iyi göreceğiz. Baksanıza, derginin yeni genel yönetmeni son sayının Türkçe basımının özellikle önemli olduğunu söylemiş.
Anlayacağınız beklentisi yüksek!
Türkiye'deki İslamofobik güruhun onu hayal kırıklığına uğratmayacağı da şimdiden anlaşılıyor.
***
İfade özgürlüğüne yasal sınırlar çizme çabası şimdiye kadar hiçbir ülkede bir işe yaramadı. Sınır nereden geçerse geçsin bir arada yaşamayı kolaylaştıracak bir yasal formül bulunamadı. Hukukun yaptığı tarif, uygulayıcının kendi değer sisteminin süzgecinden geçtiğinde hep birilerini hoşnut etti, birilerini mağdur...
Geldiğimiz noktada artık biliyoruz ki ifade özgürlüğünün sınırlarını çizme işini hukuktan değil, toplumdan beklemekten başka çıkar yol yok.
Bireyin ifade özgürlüğünün sınırsız olması, o bireyin özgürlüğünü her zaman ve her koşulda sınırsız bir biçimde kullanması anlamına gelmez. İnsanlar birçok sebeple ağızlarına gelen her şeyi söylemezler; birilerini incitme, bir şeye zarar verme endişesiyle, sorumluluk duygusuyla kendi kendilerini sansür ederler.
Demokrasinin yeteri kadar olgunlaştığı toplumlarda bu otosansürü işletebilecek EQ'su olmayanlar da kendi toplumları tarafından uyarılır, durdurulmaya çalışılırlar; gerekirse küçümsemeyle, aşağılamayla, tecritle cezalandırılırlar.
Güncel örnek üzerinden gidersek, Charlie Hebdo Dergisi'nin şimdiye kadar çoktan Fransız halkının büyük çoğunluğu tarafından tel'in edilmesi, itibarsız bir dergi haline gelmesi, satış yapamaması, karikatüristlerin o dergide çalışmak istememesi, çalışanların çalıştığını söylemeye utanır hale gelmesi demekti.
Ne yazık ki Fransız toplumu ağırlıklı çoğunluğuyla bunu yapmadı, yapamadı. Tam tersine, bu derginin yayın çizgisini "tabu kırıcılık" sıfatıyla taltif ederek itibarlı bir dergi haline getirdi.
Oysa bir peygamberi çırılçıplak ve öne doğru eğilmiş bir biçimde çizmek, Yahudi ve sabun kelimeleri üzerinden komiklik yapmaya kalkmak, Papa'yı bir erkekle öpüştürmek tabu kırıcılığın değil, terbiyeden hiç nasibini alamamış insanların, en ufak bir zekâ parıltısı taşımayan pespaye bir mizah anlayışının eseri olabilirdi ancak.
"Ben Charlie'yim" sloganıyla sokaklara dökülenler işte böyle bir pespayeliğe prim vermiş oldular. Provokatörlüğün, saygısızlığın, terbiyesizliğin, küstahlığın, kibrin, bayağılığın arkasında durdular.
***
Ben ölünün arkasından konuşmanın ayıp sayıldığı bir kültürde yetiştim ve şimdiye kadar hiçbir ölünün ardından böyle şeyler yazmadım. Ama şimdi söz konusu olan ölülerin yaşarlarken "ölülere saygı" geleneğine de hiçbir saygı duymadıklarını, hatta bu gelenekle de acımasızca dalga geçeceklerini bildiğimden, ben de onlara saygı duymuyorum ve ölümlerinin ardından böyle yazmakta hiçbir sakınca görmüyorum.