"Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz" sözünü sık sık duyar ve kullanırız. Genellikle toplumsal durumları anlatırken kullandığımız bu cümle insan beyni üzerine yapılan son araştırmalarla kanıtlanmış durumda şimdi. Yani sadece toplumların, toplulukların değil, tek tek hepimizin, "geçmişimiz yoksa geleceğimiz de yok!" Gelecek tasavvuru için geçmişimize, anılarımıza ihtiyaç duyuyoruz. Ve yine aynı nedenle, yani dün, bugün ve yarın arasındaki bağı kurabilmemiz için beynimiz hatıralarımızı çarpıtıyor, değiştiriyor. Geçmişi, bugünkü ihtiyaçlarımıza göre yorumluyoruz, bazı şeyleri unutup bazı şeyleri, üstelik değiştirerek hatırlıyoruz. Bunu da aslında, istemsiz olarak yapıyoruz… Psikoloji alanındaki son keşifler, kişinin geçmişini değişik yansıtmasının bir "eksiklikten" değil, tersine, "dünkü ben" ile "bugünkü ben" arasında temel bir bağ kurmasından kaynaklandığını gösteriyor. Görülen o ki, ister gerçek ister sahte, çarpılmış anılardan oluşsun, kişinin otobiyografik belleği, "yarınki ben" için çok önemli. Hayal gücü de insanın kendi geleceğini kurması açısından hayati önem taşıyor. Yaşlılık, hastalık veya kaza nedeniyle, insanın beyninin anıları harekete geçiren bölgesinin zedelenmesi ve geçmişini anımsayamaması çok yaygın bir olay. Burada ilginç olan, geçmişlerini hatırlayamayanların kişiliklerini de yitirmeleri. Fakat iş bu kadarla da kalmıyor... Araştırmacılar, geçmişle beraber geleceğin de yok olup gittiğini söylüyor. "Beş tür bellek" formülünü ortaya atan Kanadalı psikolog Endel Tulving, geçirdiği motosiklet kazasından sonra komaya girip üç gün sonra kendine gelen K.C. adlı hastanın hayatına dair hiçbir şey hatırlamadığını, geleceğe ilişkin de tek bir fikri olmadığını saptadı. Ona yarın bile değil, içinde bulunduğu günün ilerleyen saatlerinde ne yapacağı sorulduğunda da yanıtlayamıyor; sürekli bir "şimdiki zaman"ın içinde yaşıyordu artık... Paris-Decart Üniversitesi otobiyografik bellek uzmanı Pascale Piolino'nun izlediği hasta da tamamen bellek kaybına uğramıştı. Başını bir sandalyeye çarptıktan bir süre sonra evinin bahçesinde ağlarken bulunan bu kişi, adını söyleyemedi, eşini, çocuğunu, kimseyi tanımadı, geçmişini hiç hatırlamadı. Deneyimlerinden oluşan epizodik belleği ve dünyayla ilgili genel bilgilerini içeren semantik hafızası zarar görmüştü. Davranışları ve ağız tadı değişmiş, kelime kaybına uğramış, farklı bir kişiliğe bürünmüş, daha doğrusu kişiliğini yitirmişti. Geçmişe ait fotoğraf ve filmlerine bir anlam veremiyordu. Ancak kısmen öğrenme yeteneğine sahipti. Bu noktadan sonra yeni bir kimlik oluşturmaya başlamış ve bir buçuk yıl içinde adeta "yeniden doğmuştu." Bu deneyin sonucunda araştırmacılar, zihinde zamansal yolculuğun, geçmişi, geleceği ve bugünü düşünebilme yetisinin aynı nörokognitif (bilişsel sinir sistemi) sistemde gerçekleştiği hipotezini ortaya attı. Şimdi, laboratuvar deneyleri bunun gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Geçmiş ve geleceğin beynin aynı bölgesinde canlandığı, 2004 yılında, o zamanlar Manning'in tez öğrencisi olan Anne Botzung tarafından beyinsel faaliyetleri milimetrik olarak ölçebilen iMR (işlevsel manyetik rezonans) teknolojisi kullanılarak kanıtlandı. Hatıralarımız olmadan geleceği de hayal edemeyeceğimizi savunan ikinci hipotezi ise Fransa'nın Strassbourg kentindeki Louis- Pasteur Üniversitesi bilişsel nöropsikoloji ekibinde yer alan Prof. Lilianne Manning, meslektaşları gibi iMR kullanarak kanıtladı. Manning, yaptığı deneyde, insanlardan ayda dans etmek, ışık içmek, veya bir balinayı gezdirmek gibi o güne kadar asla yaşamadıkları ve yaşayamayacakları olayları hayal etmelerini istedi. Scanner cihazına bağlanan denekler bu soru karşısında durakladılar; çünkü anılarında böyle bir olay yoktu ve gelecekle bağ kuramıyorlardı. O sırada scanner, beyinde hatıralarla ilgili olan bölümde herhangi bir faaliyet olmadığını belirledi, yalnızca hareketleri kontrol eden "motor" kısmında bir canlılık vardı. Yani denekler, yalnızca "dans etmeyi", "içmeyi" ve "gezdirmeyi" hayal edilebilmişlerdi. Hatıralarla gelecek arasındaki bağlantıyı bu şekilde su yüzüne çıkaran Prof. Manning, "Evrim bize geçmişimize eğilme yeteneği sunduysa, bu, geleceğimizi kurmakta kullanmak zorunda olduğumuz malzemeleri bize vermek içindir" diyor. Kısacası araştırmacılar, eğer insanın anıları kaybolmuşsa, geleceğini de tasarlayamayacağını kanıtlamış bulunuyor.
"Hafızam beni yanıltmıyorsa…"
İşin bir diğer yönü de, "hafızamızın bizi yanıltması". İnsanların, geçmişte yaşadıklarını anlatırken gerçeği tam olarak yansıtmadıklarına sık sık rastlarız. İki kişinin başından geçen bir olayın, iki kişide iki farklı hatırası vardır her zaman. Her iki hatıra da sahibine göre gerçektir, gerçekliği yansıtır ve hiçbir zaman birbiriyle örtüşmez. Son deneylere göre, psikologların "sahte anı" adını verdikleri bu rötuşlanmış hatıralar, hafızanızın sizi yanıltmaya çalıştığını göstermiyor. Aksine, hafızanız, bugünkü "siz" ile dünkü "siz"in arasında bir bağ oluşturuyor, sizi rahatlatıyor. Yani bunu bizim iyiliğimiz için yapıyor!
Araştırmacılara göre, eğer insanlar anıları birbirine karıştırıyor, bozuyor, kaybediyor veya hayali öğelerle zenginleştiriyorsa, bu genellikle ne tesadüfî, ne de hata sonucu; tamamen kişiliğin pekişmesi için... Başka bir deyişle hafıza, sadece geçmişi kaydeden basit bir cihaz olmaktan öte, aynı zamanda kimlik oluşumunu destekleyen bir role sahip. Freud, 1899 yılında, yaşanmadığı halde yaşanmış gibi hatırlanan olayları "anılar ekranı" diye tanımlamıştı, bugünse bunun için "sahte anılar" terimi tercih ediliyor. Beyin neden sahte anılar üretiyor ve bu nasıl bizim hayrımıza oluyor sorusunun yanıtına gelince…
Dört tür anı üzerine araştırma sonuçları
İsviçre'deki Cenevre Üniversitesi Psikoloji Profesörü Martial van der Linden ve meslektaşı Arnaud d'Argembeau, insanların anılarını neden işlerine geldiği gibi anlatmayı tercih ettiklerini açıklığa kavuşturdu. İki bilim adamı, Belçika'daki Liège Üniversitesi psikopatoloji laboratuvarında öğrencilerden yaşadıkları dört tip olayı mümkün olduğunca detaylı bir şekilde kendilerine anlatmalarını istedi. Bu anılar sırasıyla; kişinin kendinden gurur duyması, kendinden utanması, bir başkasını takdir etmesi ve başkasını hor görmesi üzerineydi. Denekler ağırlıklı olarak pozitif anılarını en canlı biçimde naklettiler.Yapılan incelemeler sonunda katılımcıların, öncelikle kendi benlik imgelerine bir katkısı olduğu için ilk iki tip olayı daha kolay ve detaylı olarak hatırladıkları ortaya çıktı.
Bir dönem trajik olaylar yaşayan - ya da depresyon geçiren- deneklere gelince; sonuçlar, yukarıdakilerin tersi yöndeydi. Negatif olayları daha net hatırlıyorlardı. Bunları "kötümser önyargılı", ruh sağlığı yerinde olan ilk gruptakileri ise "iyimser önyargılı" olarak niteleyen psikologlar, her iki durumda da ortak hedefin insan benliğini güçlendirmek olduğunu belirtiyor. Ancak bellek, kimliği sağlamlaştırmak için yaşanan anıları kısmen değiştirirken kimi zaman zorlanıyor. İnanç, tutum ve duygularda değişmeler, sıçramalar oluyor çünkü. Araştırma, ruhsal sağlığı yerinde olan insanların, kendilerini kötü etkileyenlerden ziyade, heyecan verici, olumlu ve kalıcı türden anıları hatırlama eğiliminde olduklarını gösteriyor…
Bu çalışmadan yola çıkılarak ABD'nin Michigan eyaletinde 1990'lı yıllarda 400 çift üzerinde dört yıl boyunca araştırma yapıldı. Harvard Üniversitesi Psikoloji Profesörü Daniel Schacter, evliliklerinin ilk döneminde mutlu olduklarını belirten çiftlerin, daha sonra anlaşmazlıklar baş gösterince, zaten bu evliliğin başından beri mutsuz olduklarını söylediklerini saptadı. Paris-Decart Üniversitesi'nde sosyal psikoloji laboratuvarında çalışan Rasyid Bo Sanitioso ise "anıların bilinçsiz olarak değiştirilmesinin, insanın kendini dışarıya karşı daha iyi gösterme ihtiyacından kaynaklandığı" görüşünü bir deneyle destekledi.
"Sahte anılar" neyin ürünü?
İnsanların yaklaşık yüzde 30'u sahte anı üretiyor. Herkesin sahte anı üretmediğini, esasen bunun kişinin hayal gücüne bağlı olduğunu belirten Cenevre Üniversitesi Psikoloji Profesörü Martial van der Linden, yaşadıklarına kurmaca anılar katanların daha sonra bundan rahatsız olduklarını vurguluyor. Bellek, anılar arasından seçim yaparak veya onları değiştirerek, kişiye kendini tutarlı hissettiriyor. Ancak anılardaki bu "iyi niyetli" küçük değişiklikler, bazen amacından uzaklaşıyor. Paris-Decart Üniversitesi otobiyografik bellek uzmanı Pascale Piolino, dışa dönük olmayan birinin, çevre ile uyumu sağlamak için geçmişine bir şeyler katarak sahte anılar yaratabileceğine dikkat çekiyor. Piolino, tam olarak gerçeği yansıtmayan bu anıların kurmaca olduğunu vurguluyor. Peki, geçmişte yaşadıklarını değiştirmekle kalmayıp tamamen yeniden inşa eden birinin ruh sağlığı yerinde mi? Bu konuda uzmanların görüşleri değişiyor. Liège Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı Serge Brédart, sahte anıları, "hatırlama hatası"nın bir ürünü olarak değerlendiriyor. Martial van der Linden de bu görüşe katılıyor ancak, "Bu sahte anılar, ayrıca psikolojik açıdan etkili öğeler içerir" diyor. Bu görüşler, İngiltere'deki Leeds Üniversitesi psikoloji uzmanlarından Aikaterini Fotopoulou'nun araştırmalarını da destekliyor. İnsanların geçmişlerine dair uydurmada bulunmasının bir sahte anı türü olduğu görüşünü paylaşan psikologlar bunun sağlıklı insanlarda, kişiliğin pekişmesine ihtiyaç duyulduğu anlarda devreye giren bir mekanizma olduğu, bu ihtiyaç ortadan kalktıktan sonra bu "uydurma"dan rahatsızlık duyulduğu yönünde hemfikir. Psikologların anlaştıkları bir başka nokta da, amnezi (bellek yitimi), şizofreni veya Alzheimer hastalıklarında da bu durumun ortaya çıktığı ve süreklilik kazandığı. Kendilerine hatıralar üreten bu hastalar, anılarını hatırlamayı sağlayan temel fonksiyonlarını yitiriyor çünkü. Gerçeklik anlayışını kaybeden bu tür hastalar, geçmişe ilişkin olarak sadece o anda akıllarına gelen şeyleri söylüyor. Bu tür hastaların olumlu anılar uydurması hâkim bir eğilim. Uzmanlar, genel olarak, sahte anı üretme veya uydurmanın, o kişinin kendiyle uyumlu kalmasını sağlayan teşvik edici bir yanı olduğu görüşünde birleşiyor.
Derleyen:Sabit YÜRÜRDURMAZ/ Bu yazı 03.07.2008 tarihli AKTÜEL 156'ncı sayıda yer almıştır.