Tarih üzerine konuşabilmenin ön koşullarından biri de, objektif değerlendirmelerdir. Bazı toplumlar güdüleri ile değil, güdü(l)meleri ile varışlara ulaştırılmaya çalışıldığı için resmi tarihleri objektif olmaktan uzaktır. Sadece varış noktaları ya da varış süreçleri üzerindeki değerlendirmeleri değil sonuç üzerindeki değerlendirmeleri de bu güdülmelerden nasiplenmiştir. Ancak bu toplumlarda dahi toplumu oluşturan insanlar, -biz onlara millet diyelim- güdülmelerine kendi içlerinden cevaplar üretirler.
Yaşadığımız son 10-12 yılı göz önünde bulundurursak İbn Haldun'un buyurduğu gibi suyun suya benzediği kadar, tarih tarihe benzerdir. Bugün yaşadıklarımızın hemen hemen hepsinin 50 yıl önce de yaşandığının, en azından yoğun benzerlikler olduğunun kanıtıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihi, gerçeği yaşayanlar ile yalanı yazanlar arasında gidip gelirken, aslında en büyük zararı yine Türkiyeli vatandaşlar görmüştür. Maddi olarak gerileyen ülkenin vatandaşları da manevi olarak daha doğrusu zihnen gerilemiş, irade bir türlü milletin eline geçmemiş, geçtiğinde zorla elinden alınmıştır. Halkın lehine(!) söylemleri ile yola çıkan darbe niyetleri, halkın aleyhine sonuçlar ile noktalanmıştır.
Devlet kuranların millet kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi
27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk askeri darbesidir. Zihniyete göre Müdahale, Devrim, İhtilal, Darbe sıfatları kullanılmıştır. Milletin iradesine darbe yapanlar, güya milletin bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürüldüğü gerekçesiyle yola çıkmıştır. Yine en büyük darbe sebebimiz, laikliği koruma altında tutma endişesi, bu darbeye de gerekçe gösterilmiştir.
Çok Partili döneme geçişin rahatsızlığını daha ilk günlerde yaşamaya başlayanlar; kendi içlerinde guruplar oluşturmuş, küçük darbe birlikleri kurmuş, kendi içlerinde birbirine düşmüş, rahatsızlıklarını arttırmış, ülkeyi de rahatsız etmeye başlamıştır. Artık ortam her türlü hukuksuzluğun uygulanabilirliği kıvamına gelmiştir. Her dönemin hamanı basın, iki öğrencinin öldürülmesini abartmış, açlık-sefalet naraları atmıştır. Bugünlerin bir cümlesi olan "Ordu Göreve" naraları düşmeden, ordu içinden bazı isimler gaipten bu seslenişlere cevap vermiştir. Dayatılan son vuku bulmuştur; vakit darbe vaktidir.
MBK'nın başındaki isim Cemal Gürsel ilk açıklamalarında hükümeti devirip, köşesine çekileceğini belirtiyor, birkaç gün sonra görevinin başından ayrılmayacağını ilan ediyordu. MBK zor durumda, mahkemeler bitmiyor. Milletin başının boş olduğunu düşünenler bu başları doldurmaya niyetliler. Güya milletin lehine çıkılan yolda milletin seçtiği vekilleri hunharca yargılıyorlar, millet kimsenin düşüncesinde değil. Tutukladıklarını bir şekilde asıp konuyu kapatmaya öyle konsantre olmuşlar ki bu arada ülke ne durumda pek kimse ilgilenmiyor. Akıllarına geldiğinde bir anayasa fikrine kapılıyorlar. MBK bu ulvi görev için kendi üniversite kayıtlılarını göreve atıyor. Sonra Cemal Gürsel burnundan soluyarak şöyle buyuruyor: "Bir halt ettik, bu profesörlerin sözüne uyduk, başımıza dert açtık. Ne yapmak lazım geldiğini ben de kestiremedim. Bu iş uzarsa kötü olur. Anladığıma göre kısa kesmekte zor. Keskin teklifler gerek, bu işten bıktım, bir an önce bitirelim. " (Orhan Erkanlı hatıralarından)
Hukuksuz mahkeme süreci ve verilen kararlar sonucunda Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu İmralı Adası'nda idam edildi. Adnan Menderes'in darağacı altında son sözü: "Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime saadetler dilerim" oldu. İşte bu kâbusun başlangıcıydı. Evveliyatında korku cumhuriyetinde karanlık fikirlerinin tohumlarını atanlar, 27 Mayıs Darbesi'nde bu kötü tohumların meyvelerini yemiş ve yedirmiştir. Kâbustan uyanan bir milleti yeniden kâbusa sürüklemiştir. Bugün yaşadığımız ortamda meşru(!) idamlar yerine gayrı meşru öldürmeler yaşanmışsa ve halen yaşanıyorsa bu bir nevi 27 Mayıs'ın yaptığı etkiden kaynaklanmıştır. Ve 27 Mayıs Darbesi bir sonraki darbeye, darbelerimize ilham vermiş, kâbusumuzu, kâbuslarımıza çevirmiştir. Aziz Türkiyeliler'in başı sağolsun, aziz milletimizin vicdanı sağ olsun!
12 Eylül 1980 Darbesi
Her darbenin kendince gerekçeleri vardır(!). Gereklere pek ihtimam göstermemek gerek zira bazı gerekçeler olmadığında, yaratılırlar aynı 12 Eylül'de olduğu gibi. Yapmak istenilene en ala kılıftır gerekçe yaratmak. Bu gerekçeler günü gelir, bir silahın aynı gün iki farklı uçtan birer kişiye ölüm olması olur, gün gelir faili belli olan bir faili meçhul olur, gün gelir bir suikast…
12 Eylül'e giden sürece bir bakalım. Dönemin en dikkat çeken olayları siyasi cinayetlerdir. Gazeteci, akademisyen, emniyet müdürü, milliyetçi cepheden, sol cepheden "faili meçhul" adı altında öldürülen çokça kişi...
19 Aralık- 26 Aralık 1978′de Alevi-Sünni çatışmasının gerekli görülen her dönem bilinçli olarak kışkırtıldığı dönemlerden biri olan Maraş Olayları... Devamında Çorum olayları...
Ekonomik sıkıntılar... Özellikle Demirel'in bir açıklaması: "70 sente muhtacız"
Fatsa Nokta Operasyonu
Bir bahane olarak "Kudüs Mitingi"
Her darbede olduğu gibi bu darbede de radyolardan halka okunan bildiriyle, asker yönetime el koymuştur. 13 sıkıyönetim bölgesine, 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanmıştır. Birçok derneğin faaliyeti durdurulmuştur. Emniyet Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir.
Darbeden hemen sonra, ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı idam edilir. Öyle ya, her iki taraftan birer kişinin idam edilmesi, sözüm ona bir eşitlik sağlayacaktır. Erdal Eren hukuksuzca idam edilir. Bu hukuksuzluk uygulaması üzerine, bir vicdansızlık açıklaması, darbe mimarı Evren'den gelir; "asmayalım da, besleyelim mi?"
Ve bugün dahi kendisinden kurtulamadığımız 1982 Darbe Anayasası.
Ve hukuksuz tutuklamalar, Kürtlere yapılan işkenceler, Diyarbekir Zindanları...
28 Şubat Darbesi
Şeriat Nerede? 28 Şubat'ın Post'unun Altında
Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti olarak çıkar. 1996 yılında DYP-ANAP koalisyon hükümetinin güvenoyu Anayasa Mahkemesince geçersiz sayıldığından, dağılmıştır. Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti durumunda olan DYP, Refah-Yol Hükümetini kurmuştur.
Refah Partisi gibi dindar kişilerce kurulan bir partinin iktidar ortağı olması ülkenin totaliter laik çevrelerini harekete geçirmiştir.
28 Şubat 1997 günü, 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı. MGK sert ve vurgulu bir biçimde 'laikliğin' Türkiye'de hukukun ve demokrasinin teminatı olduğunun altını çizdi. MGK'dan çıkan kararlar Necmettin Erbakan'ın önüne gelince, Erbakan bu hali ile imzalamayacağını belirtti. Kısa bir süre sonra imzalamak zorunda kaldı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş RP'nin kapatılması için dava açtı. Aynı dönem, Genel Kurmay 'irticai faaliyetleri desteklediğini' iddia ederek birçok firmaya el koydu. Erbakan istifa etti. Her şey bu şekilde sonlanmadı elbet. Hemen '8 Yıllık Kesintisiz Eğitim' gündeme geldi. İlkeler yeniden altı çizilerek hatırlatıldı, sanki unutulmuş gibi!
Ayrıca, ekonomik kriz, banka hortumcuları, deprem… 28 Şubat geçiş sürecinde sergilenen oyun, repliğinden mimik şaşmadan oynandığı sırada banka hortumcuları, gazete patronlarına peşkeş çekilen dolarlar, ekonomik kriz altındaki nedenler bir posta büründürülerek sunuldu bizlere. Çoğuna inandık yahut göz yumduk.
Başörtülü okumak ve çalışmak yasaklandı. Eşi başörtülü olan beyler ise fişlendi. Laiklik bir daha hayatlarımıza cebren ve hile ile kazındı.
27 Nisan E-Muhtırası
Ak Partinin alternatifsiz tek parti olarak Türkiye'nin başına açık ara farkla gelişi, yerini bir süre daha koruyacağı garantisi, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olma ihtimali gündeme yeniliği olan bir müdahaleyi getirdi; 27 Nisan E-Muhtırası.
Nerdeyse 28 Şubat üzerinden 10 yıl geçmişti ki, başörtüsü yasağını çözmeyi seçim vaadi olarak kullanan Ak Parti bu yasağı çözme girişiminde bulundu. Bulunmasıyla birlikte kapatılması hemen gündeme geldi.
Zaman sonra birçoğumuzun bildiği ancak asla yüksek sesle ifade edemediği derin devlet yapılanması olan 'Ergenekon Terör Örgütü' başlıkları yayıldı. An ile alınan mahkeme kararıyla, bu yapılanmanın adının 'Ergenekon Terör Örgütü' olarak anılması yasakladı.
JİTEM gerçeği, devlet-siyasetçi-mafya-PKK- asker ilişkisi, 17500 faili meçhul gibi dehşet verici gerçekler ifadelerde yerini aldı.
Genel Kurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23.20′de laiklikle ilgili bir açıklama yaptı. Her açıklamada mevcut 'sertliği' barındıran bu açıklamanın her zaman olduğu gibi gerekçesi laiklikle ilgiliydi.
Bu muhtıranın kof bir gerekçe olan; laiklik tehdit altında öyle ise müdahale etmek görevdir, sorumluluğu yanı sıra, bir başka yönü de; Ermeni, Kürt ve ırkçı olmayan vatandaşlarının antidemokratik uygulamalara, zulme ve şiddete maruz kalması, 'Ne mutlu Türküm diyene!' ilkesine riayet etmeyenleri açıkça 'düşman' ilan etmesidir.
Ak Parti iktidarı sürecinden rahatsızlık duyan kesimin 'ordu göreve' çığlıkları ile Cumhuriyet Mitingleri düzenledi.
E-Muhtıra'nın ertesi günü Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı'nın resmi olarak Başbakan' a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan'a karşı sorumlu olduğunu belirtti.
Sonuç
Daha evvel yaptığım geniş bir çalışmadan özet olarak derlediğim kısa bir Türkiye Tarihi daha doğrusu Darbeler Tarihi çalışmamı "27 Nisan Muhtırasının da, bu minvalde asker eliyle yapılmış son müdahale olmasını diliyorum." diyerek noktalamıştım. Elbet o gün "darbelerin" sadece asker eliyle olacağını düşünüyordum ancak bugünlerde bunun böyle olmadığını anladık. Evvelden asker eliyle yapılan ve ölümlerle sonuçlanan darbeler bugün bir şekil değişikliğine girdi ve "sivil eller ile ve itibarsızlaştırma" ile yapılmaya başlandı, en azından böyle girişimlere şahit olduk.
Halkın iradesine bir takım odaklar ile kast etmiş olan bir kesime geçmiş darbe teşebbüslerinin faillerinin er ya da geç yerinin tarihin utanç odaları olduğunu telkin eder, akıllarını tez zamanda başlarına almalarını temenni ederim.