ENGİN ARDIÇ: EŞŞEKLER KOVALASIN
Bakın bre şaşırmışlar:
Bir CHPMHP koalisyonu "kâğıt üzerinde" mümkündür...
Amacınız buysa...
Lakin, ortamektep yurttaşlık bilgisi kitaplarında yazar, önce cumhurbaşkanının Kılıçdaroğlu'na ya da Bahçeli'ye "vazifeyi tevdi etmesi" gerekir, ikincisi de bu hükümetin güvenoyu alabilmesi!
Bu rakam 276.
İçinizde bu iki partinin meclisteki koltuk toplamının 276'ya ulaşabileceğini sanan varsa, ben bu işi bırakayım gidip fındık fıstık satayım.
Yani CHP kabaca 200 kişiyle gelecek, MHP de kabaca 80 kişiyle!...
Görünen oy oranlarıyla nasıl olacak bu iş?
AKP bu durumda hiç olmazsa 250'ye falan düşecek...
Buradan kaçacak kabaca seksen koltuk öbür tarafa kayacak...
Böylece kıl payı bir güvenoyu sağlanacak, ucu ucuna devlet ele geçirilecek!
Nasıl olacak bu iş?
Seçime kadar öyle yolsuzluk dosyaları ortaya atılacak ki, seçmen AKP'ye gösterdiği "teveccühü" geri çekecek!
Yok yahu?
Elinde dosya olup da ortaya çıkarmayanın evine semadan baran yerine dürr-ü güher yağsın, o ateşler kıçını başını yaksın, ocağı sönsün, karısı komşuya kaçsın, kızı da kocaya!
Böylece yeni bir iktidar kurulsun.
Yeni koalisyon, Bahçeli'nin söz verdiği şekilde PKK ile savaşa kaldığı yerden yeniden başlasın... Şehit cenazeleri ufak ufak televizyon haberlerindeki eski yerlerini alsınlar... (Elde yedek "Aczmendi" kaldıysa ara sıra onları da gösteririz, çeşit olur.) Türkiye bu savaşa bir üç yüz milyar dolar daha gömsün, parasını piç etsin kalkınmaya harcamak yerine...
Dolar üç liraya fırlasın, avro beş liraya. İthalat dursun.
Cumhuriyet altını iki yüz liraya kadar düşsün.
Hepimiz evimizin kirasını bile ödeyemez hale gelelim.
Yabancı sermaye çeksin gitsin.
Yeni bir havaalanı yapımından vazgeçilsin, yeni köprünün ayakları, demir filizi açıkta bırakılmış kaçak inşaat kolonu gibi öylece kalsın, durduğu yerde paslansın.
Türkiye haddini bilsin! Ona çizilmiş çerçeveden dışarı çıkmaya kalkmasın!
Yok öyle ekonomik büyümede dünya dördüncülüğü falan, yirmi beşincilik iyidir.
Hizmetlerine karşılık İstanbul sermayesi de Hilton sırtlarına yeni siteler inşa edebilsin ama... O yatırımlardan vazgeçilemez.
Bunları istiyorsanız, buyurun meydan sizin. "Böylece şeriat tehlikesinden kurtuluruz" diyorsanız, şeriat tehlikesi asıl o zaman başgösterecektir.
Bütün bu olaylar patlamadan günlerce önce şunu demiştik:
Bu hükümetin iki alternatifi vardır, biri ordu, öteki şeriat.
Ordu, muhalefete sinirden saç baş yolduracak kadar susuyor. Fransız basını, özellikle Taksim olaylarından sonra ordunun sessizliği üzerine duyduğu derin hayal kırıklığını "la grande absente" diyerek dile getirmişti, büyük namevcut!
Mevcut olan kimisi de elinden geleni ardına koyarsa eşşekler kovalasın...
Kusura bakmayın, madem üslup artık böyle...
HAŞMET BABAOĞLU: CAMBAZLARA BAKIN SİZ!
"Diktatör" diye yırtınmaktan helak oldunuz.
Aylar boyu "sivil dikta var" diyerek insanları kışkırtıp sokağa dökmek için her numarayı yaptınız. "1930'ların Almanya'sını andıran bir gidişat var" diyecek kadar işi ileri götürenleriniz bile oldu.
Oysa halk her şeyi çırılçıplak görüyor. Nasıl bir diktatörse Erdoğan, 14 ay önce başlanıp bitirilmiş bir soruşturmadan ve bakanlarına yapılan operasyondan o güne kadar haberi olmuyor! Nasıl bir sivil diktaysa artık, emniyet ve yargının içindeki "paralel devlet" onun da altını oymaya çalışıyor! Nasıl bir "yargıda iktidar vesayeti"yse, Mustafa Balbay tahliye oluyor fakat haklarında kesinleşmiş karar bile bulunmayan BDP milletvekilleri savcının talebine rağmen içerde tutuluyor ve bundan hem hukuk hem de barış süreci zarar görüyor.
Tabii şimdi o söylemleri terk ediverdiniz.
Sizinki öyle bir bel kıvraklığı ki, bu sefer de "bir iktidar bu kadar mı ipleri elinden kaçırır, bu kadar mı yozlaşır?" teranesini seslendiriyorsunuz.
Yine de bir durup sorun kendinize...
Medyanız dedikodu heyecanıyla okunuyor belki ama size inanan oluyor mu artık? Söyleyin... Asıl "bidon kafa" kim? Israrla halkı enayi yerine koyan sizler olmayasınız sakın!
Öyle ikiyüzlü numaracılarsınız...
Öyle tezgâhçılarsınız ki...
Sizi durdurabilmek için insanı zorla otoriter edersiniz de...
O zaman bile "he he, nihayet haklı çıktık!" diye sevinçle ellerinizi ovuşturursunuz!
ERDAL ŞAFAK: ATİNA'DAN BU YANA...
Dershane krizinde olduğu gibi, cemaat merkezli "Şafak vakti operasyonu"nda da SABAH tavrını hiç eğilip- bükülmeden net biçimde ortaya koydu. Bu tavrı "Demokrasiden yana, Türkiye'den yana saf tutmak" diye özetleyebiliriz. Antik Atina'da ortaya çıkışından bu yana demokrasi hep üç bileşenden oluştu:
1- Oikos (Özel alan) 2- Agora (Ortak alan) 3- Ecclesia (Kamusal alan)
***
"Oikos" başlangıçta sadece "Ev"i ve o evde yaşayan aileyi kapsıyordu. Zamanla yeni anlamlar yüklendi: Önce evde yaşayan ailenin işletmesini de (çiftlik veya dükkân) içerdi. Daha sonra, Bizans'tan itibaren siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda ağırlığı olan aileler veya sülaleler için de kullanılmaya başlandı. Ama "Özel yaşamın ihlal edilemezliği" hep ana anlam olarak kaldı. "Agora" hem pazar yeri, yani çarşı, hem de toplantı alanı anlamına geliyordu.
Yani, hem ekonomik özgürlükleri (İş yapma, meslek edinme, mesleğini icra etme), hem de düşünce, ifade ve toplantı- gösteri özgürlüğünü içeriyordu. Bugün de modern kentlerde aynı işlevi görmüyor mu? Her türlü gösteri için elverişli büyük bir meydan ve çevresinde işyerleri, sosyal ve kültürel mekânlar... "Ecclesia", Atina'daki özgür yurttaşların toplanıp hem yönetim organlarını seçtikleri, hem de savaş ilan etmek veya barış yapmak gibi sitenin geleceğini ilgilendiren konuları karara bağladıkları kurumsal sistemin adıydı. Yani, yasama, yürütme ve yargı erklerinin ilk halini temsil ediyordu.
***
Demokrasinin bu üç bileşimini açıklamak ihtiyacı duymamın elbette bir nedeni var: "Şafak vakti operasyonu" ile üç bileşenin üçü de iğdiş edilmek istendi. Evler basılıp "Oikos"un canına okundu.
Ofisler, işyerleri, bankalar basılıp "Agora"nın ruhu ayaklar altına alındı.
Bakanların yasal olarak "Dokunulmazlık" zırhıyla korunan mekânlarına paldır-küldür girilip "Ecclesia"nın kutsallığı örselendi.
Üç bileşenin üçü de pervasızca dinamitlenirse, geriye demokrasi kalır mı?
***
"SABAH her zaman olduğu gibi, bu skandalda da demokrasiden yana tavır aldı, almaya da devam edecek" derken, kastettiğim bu. Sağlıklı ve mutlu bir hafta dileğimle...
REFİK ERDURAN: YANGIN TAMTAMLA SÖNMEZ
Bu topraklarda tamtam gürültüsünün akılcı çağrıları bastırması zor değil. Siz yetişmemişsinizdir; vaktiyle neler yaşadık!
27 Mayıs darbesinin kılıfı diye "kahrolası diktatör"
Menderes'in kasasından çıktığı iddia edilen kadın külotlarının fotoğrafları baş sayfalarda sergileniyor, üniversite gençlerinin kıyma makinelerinden geçirildiği gibi "haberler" ciddiyetle yayılıyor, hepsine sorgusuz sualsiz inananlar oluyor, söylenti kaynaklı yorumlar ortamı gerdikçe geriyordu. Sonuç: yargı terörü, idamlar, kapanmayan yaralar...
Şimdi külotlu kasaların yerini ayakkabı kutuları, kıyma makinelerinin yerini para sayma cihazları aldı. Bugünkü iddialar boştur demiyorum.
Doğruluk dereceleri araştırılıp suç varsa cezası verilsin, sorgusuz sualsiz her şeye inanma yanlışına düşülmesin diyorum.
Kafa bulanıklığının en tehlikeli sonucu da "önemli" ile "en önemli" ayrımını yapamamaktır.
Tıkırtı duyunca dama çıkıp hırsız ararken zemin kattaki kundakçıyı fark etmezseniz eviniz yanar.
En muhalif yorumculardan Melih Aşık arkadaşımız bakın ne yazıyor: "Bu operasyonun arkasında Tayyip Erdoğan'ı koltuktan düşürmek var mı?
Mümkündür olabilir.
Hatta bunun da ötesinde ABD'nin 'ılımlı İslam' sürecine karşı bir darbesi de (Mısır'ın devamı) söz konusu olabilir. Bu işte cemaat kullanılıyor olabilir.
Ama bütün bunlar yağmayı ve Başbakan'ın yağma ile ilgilenmemesini, tam tersine rüşvetçilere kol kanat germesini mazur göstermiyor."
Hiçbir şeyin yağma mazereti olamayacağı görüşü doğru tabii. Ancak iki noktayı gözden kaçırmamak çok önemli.
Densizlik, laubalilik, açgözlülük belirtisi nahoş görüntüler teşhir edilmiş olsa da, suç işlendiği kanıtlanmış değil. Durum tam aydınlanmadan insanlara rüşvetçi damgası vuramayız.
O titizliğin gösterilmemesi tepkileri yoğunlaştırır; karşılıklı "müfteri", "ajan", "piyon" gibi yaftalar havada uçuşur. Saçma kutuplaşma ortamımızdaki zehir dozlarını artırmayalım.
Daha da önemlisi, içte yağma hesaplaşmalarıyla uğraşırken dünyadaki büyük yağma tablosunu ve Melih kardeşimin değindiği olasılığı hesaba katmak.
Gezegen egemenliği uğruna yalanlar uydurarak Irak'a saldıran, U dönüşüyle Suriye'de Esat'çı kesilen, Mısır'da darbeci Sisi'nin koluna giren derin güçler Türkiye'de de insanları birbirine düşürerek kavga ateşlemeye çalışmaktaysa, "Kozları sonra paylaşırız" diyerek bugünkü tehlikeyi birlikte savuşturmak izan gereği sayılmaz mı?
Damda hırsız varsa kovalayalım. Ama yangın söndürmek için de birbirimizle el ele verelim.
Kundakçılarla değil.
ŞEREF OĞUZ: GÖLGELERİN GÜCÜ
Dostoyevski'nin ilginç bir duası vardır: "Allah'ım bana baş edemeyeceğim bir şey vermeyeceğini biliyorum. Sadece bana bu kadar güvenmeseydin diyorum." Baş edip edememe gücüne dair kaygı değil de maliyetine, ancak böylesi güzel vurgu yapılırdı.
Gücü bir üst siklete taşıyınca rekabet ikliminin değişmesi, sürecin tanımından gelir. Düşük gelir grubunda baş edebildiğiniz dertler, üst ligde dönüşmüş, belalar da ölçek değiştirmiştir. Bu dertlerin terazisi genelde, diğer kefedeki talip olduğunuz güçle eşleniktir.
Yolsuzluk, rüşvet, irtikâp ve benzeri belalar, her iklimde, her inanç sisteminde, her coğrafya ve gücün geliştiği her yapıda olagelmiştir.
Tedbiri alınmadıkça büyümüş, ülkeleri, kurumları helak etmiştir. Bunların özrü olmaz. Risk gerçekleşir, tedbir devreye girer ve bir sonraki aşamada bu kirlenme, daha yüksek standartlı düzenlemeleri davet eder. Kayıp yılları hatırlıyorum; 1990'larda bu gerçeği en uzun yoldan öğrendik. Maliyetini 2001 kriziyle herkes ve her kesim ödedi. Ancak antikorlarını da geliştirdik. Daha şeffaf yapılar, hesap verebilirlik, kurumsal yönetişim ilkeleri gibi modern kavramlar oluşturduk.
Gölgede yolsuzluk, usulsüzlük kalmasın.
Kalmasın ki gölgelerin gücünü kullanıp kurumların itibarını kemirmeyelim. Üstelik Türkiye, bütün kurumlarıyla Kayıp Yıllar ligini geride bıraktı. 3 tarafı denizler ve 4 tarafı sorunlarla çevrili coğrafyada büyük ülke iddiası güdecek, yetmezmiş gibi bunu dünyaya haykıracaksın.
Elbette başına açılacak belalar da lig atlayacaktır.
Burada sorun, yeni belaların yeşereceği küflü ortamların daima, "gölgeleri" seçiyor olmasıdır.
Gölge, ışıktan nasibini almama halidir. Daha da hayati olanı, gölgeye mahal vermeyip, kurumu yolsuzluktan koruyayım derken, gölgelerin yıkıcı gücünden sakınabilmektir.
ÖMER TAŞPINAR: ÇÖZÜM SÜRECİ ARADA KAYNAMASIN
Türkiye'de olup bitene dışarıdan bakanlar için bugün yaşananlar bir post-Kemalist iktidar kavgası.
Gene dışarıdan bakınca bu kavga ve gürültünün rahatsız edici iki tarafı bulunuyor.
Birincisi komplocu boyut.
Fakat bu artık kanıksanmış bir şey. Komplocu zihniyet Türkiye'nin DNA'sında mevcut.
Dış mihraklara gönderme yapmadan hiçbir mesele konuşulamaz Türkiye'de.
Bu zaten biliniyor.
Bu nedenle asıl rahatsız edici boyut ikincisi: post-Kemalist kavga ülkenin en önemli sorunu konusunda yaşanmıyor.
Dışarıdan Türkiye'ye bakınca ülkenin en önemli meselesi Kürt sorunu ve buna bağlı olarak çözüm süreci.
Oysa bugünkü kavga ile Kürt meselesi ve çözüm süreci arasında büyüyen bir makas oluşuyor.
Bu nedenle, kanımca Türkiye'ye dışarıdan bakınca en önemli risk ülkenin zaman kaybediyor olması. Yanlış anlaşılmasın.
Yolsuzluklar ve temiz siyaset önemsiz anlamına gelmiyor bu tabii ki.
Ama mesele içerdeki kavganın gerçek bir temizlik getirme ihtimalinin düşüklüğü.
Zira yaşanan bir demokrasi mücadelesi olmaktan çok, bir iktidar kavgası olarak görünüyor. Prensipleri, kuralları, etik boyutu, hukuksal çerçevesi muğlak bir iktidar kavgası. Daha da önemlisi, demokrat olmayan iki güç arasındaki bir iktidar kavgası bu. Dolayısıyla da gerçek kazananı demokrasi olmayacak bir iktidar kavgası. Kanımca ABD yönetimi kavgaya bu açıdan bakıyor ve de en önemlisi bu iktidar kavgasının Kürt meselesi ve çözüm sürecini ihmal ediyor olmasından korkuyor. Zira Kürt meselesi ve çözüm süreci, bu yaşanan kavgadan farklı olarak bütünüyle ve gerçekten demokrasiyle ilgili tek mesele Türkiye'de.
Şimdi biraz kavramlara netlik getirmeye çalışalım. Belki kavgaya değinmeden önce post-Kemalizm kavramını açmak gerekiyor. Türkiye'de artık eski düzen bitti. Eski düzen Kemalist resmi ideoloji ve bunu koruyan askeri vesayet üzerine kuruluydu. Eski rejimin tehdit algılaması "irtica" ve "bölücülük" üzerinden giderdi. Bu tehditlere karşı yol haritası belliydi: İrticaya karşı katı-laiklik ve bölücülüğe karşı sert-asimilasyon.
Bugünse irtica ve bölücülük kavramı gittikçe demode olmuş durumda. Eski rejim standartlarıyla bakarsanız "irtica iktidarda ve bölücülerle pazarlık yapılıyor."
İşte bu Kemalist bakış açısı çöktüğü için post-Kemalist bir Türkiye'de yaşıyoruz. AK Parti-cemaat ikilisine bakış ise dışarıda şöyle: 2007 muhtırası sonrasında artan askeri vesayet tehdidi karşısında çıkar birliği yapmış bir siyasi parti ve bir toplumsal hareket mevcuttu.
Ortak payda dindarlık ve ortak düşmandı.
Bu dayanışma askeri vesayeti yıktı.
Ama ortak düşman ortadan kalktıktan sonra iki ortak arasında ciddi bir iktidar kavgası başladı. Mesele böyle gözüküyor.
Öte yandan, yukarda ifade ettiğim gibi, ne AK Parti ne de Gülen hareketi "Türkiye'de demokratik değişim" konusunda ikna edici gözükmüyor dışarıdan bakınca. Demokrat olmayan güçler arasında bir demokrasi mücadelesi algılaması mevcut. O nedenle ABD de siyasi kavgada taraf olmamak için sessiz kalmaya devam edecek gibi gözüküyor.
Bu arada asıl kaygı Kürt meselesi ve çözüm sürecinin arada kaynayacak olması.
HASAN BÜLENT KAHRAMAN: AHTAPOTUN KOLLARI
Durum bazı farklarla birlikte bana 1970'leri hatırlatıyor ve uzak çağrışımların salına binip geçmişe açılıyorum. 1977 sonrasındaki iktidar döneminde Ecevit'in etrafındaki çember daraldıkça daralmıştı. Zavallı Ecevit başına gelenleri anlamaktan dahi acizdi. Yaşadığı büyük ekonomik bunalımı petrol fiyatlarındaki yükselişe bağlıyordu. Tabii ki, doğruydu; o fiyat artışları dünya sistemini derinden sarsmıştı. Ama Ecevit'i asıl sarsan sürdürdüğü politikalardı.
Bir kere Soğuk Savaş vardı ve Ecevit, daha 1973'teki o kırık dökük koalisyonda ve bu son hükümetindeki bazı girişimlerle sermaye çevrelerini ürkütmüştü.
Sermaye o zaman da küreseldi ve kapitalist bloğa aitti. Öyle olunca bankalar sistemi kilitlendi ve onu boğmaya başladı. İçeride ise TÜSİAD gazetelere verdi- ği ilanlarla, işadamları durdurdukları fabrikalarla onu bitiriyordu. Ecevit ise o sırada ABD ile boğuşuyor, üçüncü dünyadan kendisine bir çıkış arıyordu. Kaddafi'den mesela Kıbrıs çıkarması sırasında destek almıştı, bunu devam ettirebilir miyim diye bakıyordu.
Olmadı; olamazdı. Ekonomi büsbütün kilitlendi ve Ecevit gitti.
Zavallı Ecevit'in başına, bir de 2001 krizi geldi. Kendi basiretsizliğiyle yaptığı açıklama krizi patlattı ama kapıda olmayan bomba patlasa da eve zarar vermez.
Bomba kapıya koyulmuştu, patladı, ekonomi alt üst oldu, Ecevit silindi gitti.
***
Bu anlatının nirengi noktası bellidir: cepheyi küçültmek! Hiç kuşkum yok, kimsenin de yok. AK Parti sürdürdüğü politikalarla elbette 2011 (2001 değil) sonrasında dönüşen dünya sistemi politikalarının "hoşuna" gitmiyor. Sadece THY'nin son dönemde karşılaştığı ve açıkladığı sıkıntıları bu konuda ders almak için yeterlidir. Retrospektif bir analizle İran konusunda biz haklıydık, Arap dünyasında arayışlarımızla haklıydık diyebiliriz. Hepsi doğrudur. Ama siyaset değişen koalisyonlara uyum sağlama ve pozisyon değiştirebilme sanatıdır aynı zamanda.
***
Bu, talih de diyebilirsiniz tarih de, yakın zaman Türkiye'sinin her ileri hamlesinde karşılaştığı bir sonuçtur.
Şimdi gelin doğru konuşalım. 1960 darbesinin arkasında ABD yok muydu?
Sayısız belgeyle açıklandı olduğu. 1971'de hükümeti ABD'nin düşürdüğünü bizzat Demirel söylemedi mi? Daha farklı koşullarda gerçekleşse de ABD yöneticileri 1980 darbesini "senin çocuklar işi halletti" diye haber vermedi mi birbirine?
İlk iki darbenin temel nedeni, Türkiye'nin sistem tarafından kendisine dayatılan modeli reddetmesiydi, diye kayda geçti. Bugün niye değişik bir şey olsun?
Hem de dünyanın bunca karmaşık bir döneminde.
***
Hükümetin bu gerçeğin farkında olduğu Başbakan Erdoğan'ın açıklamalarından belli. Dolayısıyla işin bu yanını bütün o yolsuzluk meselelerinden ayırarak ele almak gerek. Ama öte yandan bir cephe büyütme faaliyeti de var. ABD ile ilişkilerimizi geriyoruz, diplomasideki pozisyonlarımızı zorluyoruz. Fakat bir husus var ki beni daha fazla ürkütüyor.
İktidar politikasını özgüveniyle belirliyor.
Bir de çıkarlarını hesap ederek elbette.
Dayanağı halk, geniş ölçüde halk, yani kendisine oy verenler. İçeride çok güçlüyüm dedi bugüne kadar ve o gücüyle istediği dönüştürümleri yaptı. Bu imkânı yaratan ikinci bir unsur kendi ekonomik tabanıydı. Anadolu sermayesi AK Parti iktidarının en büyük kuvvetiydi. Batı yani İstanbul sermayesiyle arasında çıkacak bir sorunda ondan katkı alabilecekti. Bu ilk defa yaşadığımız bir realiteydi.
Ama şimdi bütün bu savaş içinde acaba o Anadolu sermayesinin bir bölümü de iktidara karşı kilitlenebilir mi? Şu yukarıda bahsettiğim pozisyon değiştirme ve geçici koalisyonlar kurma süreci bu defa bu şekilde işleyebilir mi?
Bu dile getirilen bir korkudur, kuşkudur ve herhalde biraz da gerçekçidir. Cemaate taraf olan o sermayenin bu adımı atmayacağını, Türkiye'nin 2001 koşullarına dönmesini engelleyecek basireti gösterip göstermeyeceğini soruyor şimdi bütün dünya.
Ahtapotun kolları cephe ne kadar genişse o kadar etkili değil midir?