12 Mart 1971'deki muhtıradan sonra yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edilmesini engellemek isteyen THKP-C ve THKO militanları Ünye'deki NATO Radar Üssü'nde görevli iki İngiliz ve biri Kanadalı üç teknisyeni kaçırdı ve Tokat'ın Niksar ilçesi, Kızıldere Köyü'nde güvenlik gülerince kuşatıldılar. 11 kişiden biri hariç hepsinin öldürüldüğü çatışmadan yaralı kurtulan tek kişi olan ve 14 yıl cezaevinde kalan Ertuğrul Kürkçü, Kızıldere'yle ilgili soruları şöyle yanıtladı:
"Türkiye'nin kırlarında çok esaslı, çevreci, ekolojist köylü itirazları, başkaldırıları var. Çöpe, siyanürlü altın aramaya, baraja karşı; herkes bulunduğu alanda bir direniş noktası kurmaya çalışıyor. Bu direnişler bir araya gelecek fakat bu henüz embriyo halinde!"
-Kızıldere'den sonra cezaevine girdiğinizde dışarıda neler olduğunu düşünüyordunuz?
O sıralarda dışarıda neler oluyordu iyi bilmiyordum. Yakalandığım andan itibaren tek başıma hücrede kaldım. Avukatımla bile görüşemiyordum. Dokuz ay sonra bizi altı arkadaşla bir araya getirdiler. Kendi payıma oldukça yalnız kaldığımızı ve yalnız olduğumuzu düşündüm. Her şey, çok uzun süren kovalamaca süreci içinde, destekler azalarak ve sonunda hiçbir destek kalmadığında oldu. Yenilgimizin ve kayıplarımızın yüksek bir duyarlılıkla karşılanmadığını düşünmeye eğilimli oluyorsunuz. Haziran 1973'te ilk duruşmamıza çıktık. O zaman gördüğüm durum aklımdan geçenden farklıydı. Pek çok insan yeniden yola düzülmek, kayıpların yasını tutmak yerine kalınan yerden ileriye gitmeye eğilimliydi. Bu, duruşmalara da damgasını vurdu.
-İkinci kez toparlanma kararı aldınız mı?
Bugün 78 kuşağı denen süreci dışarıdan izleyen fakat 1974 sonrası devrimci politikaya atılanlarla tanıştığımda -ki birçoğuyla cezaevinde tanışmıştım- Kızıldere ve Denizlerin idamı gibi iki büyük kaybın çok sayıda gençte davamıza karşı yaygın bir sempati doğurduğunu anladım. Herkes çevresinde bu insanların haklılığının yankılarını bulmuştu.
Sıkıyönetimin kalkması, genel affın ilanı ve ardından gelen dönemde bizim kuşaktan olan öğrencilerin hepsinin öğretmen, mühendis, kamu görevlisi ya da başka bir şey haline gelerek Türkiye'nin tamamına yayıldıklarında gene resmi propagandanın tersine bir anlayışı birlikte çalıştıkları meslektaşlarına, işçilerine ve öğrencilerine aktarmayı başardıklarını ve yeniden yükselen bir dalganın devrimci bir faaliyete dönüştüğünü söyleyebilirim.
-12 Eylül'ün etkisiyle karşılaştırdığınızda nasıl bir manzara vardı?
Bütün yenilgi dönemlerinde kaçınılmaz bir biçimde amaçlar bakımından kararsızlık, felsefi bakımdan kafa karışıklığı ve rakibin ve hasmın düşüncelerine meyletme gibi eğilimler olur. Ama 12 Mart darbesinin yarım kalması, kısa sürmesi ve arkadan gelen güçlü dalga bunların telafi edilmesini sağladı. 12 Eylül, 12 Mart'ta yarım kalan darbeyi tamamladı. Bu yüzden çok ağırdı.
-Kızıldere'den sonra mahkemedeki ifadenizde, güvenlik güçleri eve girdiğinde bazı arkadaşlarınızın yaralı olduğunu, canlı yakalanmalarına rağmen yakın mesafeden ateş edildiğini söylemiştiniz. Çatışmadan sonra ne oldu?
Bunu gözümle görmedim ama evdeki sesleri duydum. Yakalandığımda beni yakalayan başçavuş olanları anlattı. Adını da söyledi. "Seni benim yakaladığımı söyle ki ikramiyeyi ben alayım" dedi. O başçavuş bana eve girildiğinde yani kapılar açılıp arkadaşlarımın bedenleri dışarı çıkarıldığında Saffet Alp'in canlı olduğunu, süründüğünü ve birisinin gelip onu alnından vurduğunu söyledi. Bunun dışında hangi arkadaşımın hangi durumda olduğunu bilmiyorum fakat bunu o insandan duydum. Ayrıca ben, havan topu ateşi devam ederken ev yıkılacak diye öbür tarafa geçtikten sonra uzun süren bir sessizlik oldu. Bu şu anlama geliyordu; ateş edecek durumda kimse yoktu. Eve girenler durmaksızın taradılar ve bir süre sonra bütün silah sesleri kesildi. Eve girdiklerinde ölüp ölmediği bilinmeyen insanlar vardı ve tarandılar. Durum bu. En belirgin olarak bilinen şey Saffet Alp'in kafasından kurşunlandığı. Bu gerçek. Bu bilgiler Nihat Erim'in hatıra defterinden çıktı.
-Kızıldere eylemini yaparken devletin sizi kale alacağını düşünüyor muydunuz?
İçimizde buna inananlar da vardı, hiç inanmayanlar da. Bir de benim gibi 'belki olur' umudu taşıyanlar vardı. Türk devleti hakkında az çok fikriniz oluyor 20, 22 yaşlarına gelene kadar. Kendine meydan okuyanla uzlaşmama eğiliminde olduğunu da zaten öğrendik. Beri yandan aklınızı çelen dünya örnekleri var. O dönem Brezilya'da bütün cezaevlerini boşalttırmışlardı. Filistinlilerin uçak kaçırma eylemleri de yankı uyandırıyordu. Dolayısıyla dünyada olanın Türkiye'de olmaması için çok fazla bir sebep yoktu; uygun hedefin uygun zamanda elde edilmesiyle bazı taleplerin kabul ettirileceği kanaati oluşuyordu. Önümüzde somut örnek de vardı. Nitekim Mete Has'ın kaçırılmasında istenen talep gerçekleşmişti; 400 bin lira istendi, o da verdi. Fakat tabii bu bir kişi ve sermayedar. Devlet, kişi değil. O yüzden buna fazla muhtemel gözüyle bakmadım. Ama başka çare yoktu.
-1970'lerde FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) ile örgütsel ilişkiniz var mıydı?
Hiç görüşmedim. Zaten THKP-C'de (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi) yurtdışında deneyimi olan bir Yusuf Küpeli var. Onun dışında ilgi göstermedik. Yanılmıyorsam THKO'dan (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin Filistin'e gitmişti. Aslında Türkiye devrimci hareketinden Filistin'e gidip gelme meselesi 12 Mart'tan sonra başladı.
-Döneminizde başka ülke örgütleriyle yapılan eylemler 'devrimci dayanışma' olarak adlandırılıyordu. Fakat bugün 'taşeron eylem' ya da 'gizli servis bağlantıları' tartışılıyor. Gizli servis bağlantısı var mıydı? Ya da bugün bir dejenerasyon mu var?
Filistin mücadelesinde bir fark oldu. Çünkü bu hareketlerin bir parçası oldukları FKÖ'de bir dejenerasyon ve köksüzleşme olduğu, daha çok profesyonel bir eğitim merkezine dönüştüğü yani davaya yabancı ya da yakın herkesin eğitim talebine kapılarını açtığını da gördük, duyduk. O yüzden Filistin hareketinde bir karmaşanın, köksüzleşmenin olduğu gerçek. Ama Türkiye devrimci hareketinin muhatapları hep Filistinli Marksist örgütler oldu. Onlarda bozulma müşahede etmiyorum.
-Türkiye'de bu tip dejenerasyonlar yaşandı mı?
Türkiye'de devrimci hareketin 12 Mart'taki tecrübesinden sonra silahlı mücadelede ne yapacağı konusunda birden fazla görüş ortaya çıktı. Bunların bir bölümü faşist harekete karşı savunmacı anti- faşist örgütlenmelerdi. Bir bölümü THKPC'nin doğrultusunda silahlı propaganda yoluyla kitleleri kazanma tercihi oldu. Üçüncü olarak da Kürt mücadelesine bir şekilde dahil olma eğilimi çıktı. Bunlara bakıp diyebilirim ki; 12 Mart'ta olduğu kadar yaygın bir toplumsal sempati hali ortadan kalktı. Bu, 12 Eylül'le oldu. İşte bu köksüzleşme anında birtakım harici unsurlar işin içine girmiş olabilir. Ama bununla ilgili bir kanıt ileri sürebilecek durumda değilim. Fakat kadroların yapısı açısından baktığımızda, 12 Mart'ta daha çok öğrenci ve aydın olduklarını bugün ise öğrencilerin ve aydınların devrimci hareket içerisinde eskisi kadar çok ve faal olmadıklarını söyleyebilirim. Fakat bu veri çok esaslı bir şey demez.
'BAŞKAN GİBİ DAVRANSA ÇAYAN'IN SİYASİ HAYATI BİTERDİ'
-Döneminizin devrimci tarzı ve tavrıyla bugünü karşılaştırır mısınız?
Biz biraz Doğuluyuz, Türkiyeliyiz dolayısıyla erkeğiz; kaşımızın birinin havada olması icap eder. Bu roller daha önceden tanımlanmış ama içeriye döndüğünüz zaman arkadaşlık ilişkisinin hiçbir şekilde farklı olmaması. Mesela Öcalan'ın hayatı böyle olmayabilir ama "başkan" gibi davranmaya kalktığı an Mahir'in siyasi hayatı son bulurdu. Futbol oynar, espri yapar, dalga geçer; işte ne konuşulabilirse erkek çocukları arasında, bunların hepsinin konuşulduğu bir şey. İyi tarafı ne zaman ciddileşmek gerekirse o zaman hızla ciddileşirdi. Bu arkadaşlıklarımdan çok şey kazandım.
-Kimlerden etkilenmiştiniz?
Benden önce devrimci harekete giren arkadaşların karakterlerinden etkilenmiştim. Mahir'in entelektüel kapasitesinden, bunun devrim için ne kadar önemli olduğunu gösterişsizce ifade etmesinden çok etkilendim. Mesela Kızıldere'de ölen Sinan Kazım Özüdoğru çok başka bir hayattan geliyordu. Çok yoksul bir ailenin çocuğuydu, annesiz babasız büyümüştü; mağrurluğu, kendine saygısı, dokuz kere düşünüp sadece bir kere konuşması, bunlardan birçok şey edindim. Bu mücadelenin en iyi tarafı daha zeki, atak ve becerikli olanları öne attığı için aralarında geçirdiğiniz hayattan size her zaman bulaşıyor olması.
-Mahir Çayan ve arkadaşlarınızla ülke meselelerini tartışıyordunuz. Refleks olarak Mahir Çayan'a dönüp ya da Mahir Çayan size dönüp bir şeyler söylüyordu herhalde. O refleksle bugün için nasıl konuşurdunuz?
Bu, üzerinde spekülasyon yapılması güç bir mesele. 1971'de Adalet Partisi'nin kapatılma ihtimali hiçbirimizi üzmezdi. Türk demokrasisi yara alıyor; almasın, diye kimse dertlenmezdi. Zaten bu sürece baktığımızda göreceğimiz şey bir egemen sınıf partisinin başka bir egemen sınıf kliği tarafından saf dışı edilmeye çalışılması. Dolayısıyla sömürü için yapılan mücadelede tarafların yer değiştirmesi olarak görüneceğinden Adalet Partisi'nin kapatılmasının ne kadar yazık olduğuna dair bir edebiyat asla içimizden hiçbirinin yüreğini titretmezdi. 12 Mart Muhtırası karşısındaki pozisyonumuz da kısmen bununla ilgilidir. Bu muhtıraya Süleyman Demirel'i alaşağı ettiği için değil darbesini devrimci harekete doğrulttuğu için vaziyet aldık. O çerçevede liberalizmin saflarımızda gezinmesine izin vermezdik.
-Değişen fikirleriniz var mı?
Bir tek şey farklı; geçen zamanda Türkiye'nin dünyadaki herhangi bir ülke olmadığını çok iyi anladım. Çok karmaşık ve genel olarak sosyalizm hakkında konuştuğumuz modellerin doğduğu yerlere hiç benzemeyen; Doğu ile Batı'nın ortasında halkının büyük çoğunluğu Müslüman, devlet yapısı laik olan, bu açıdan kendine özgü bir karakteri olan; çok kimlikli, çok milliyetli, çok dinli, çok dilli ve müthiş bir nüfus akışkanlığı içerisinde yaşayan bir ülke. Buradan Fransa'ya, Küba'ya Venezüella'ya bakarak konuşmak çok güç. 60 yılın sonunda vardığım şey; her devrimin bilgisi sadece o devrimin kendisinden elde edilir. Dolayısıyla Türkiye'de bir devrim yapmak için çaba göstermiyorsanız devrim hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz; bunu yapmaya çalışarak öğreneceksiniz. Tabii örnekleme, modelleme yoluyla gidilecek ama doğrusu bugün de bir devrim olmaksızın Türkiye'nin kendi yoluna koyulamayacağını, dünyanın bütünüyle kaynaşamayacağını ve dünya çapında bir gidişin parçası olamayacağını düşünüyorum. Mantıken baktığımızda şu aşikâr; sermayenin gücünü ve iktidarını hiçbir zaman gönüllü olarak devretmeyeceğine dair çok net kanaatlere sahibim. Ama bu sermaye hâkimiyeti altında reformlar, hayatın daha iyileştirilmesi, geçim koşullarının mükemmelleştirilmesi için hiçbir şey yapılamayacağı anlamına gelmiyor; fakat yöneten ve yönetilen, ezen ve ezilen, yoksul ve zengin arasındaki gerilimi ve çatışmayı bu reformlar ortadan kaldırmaz.
-Bugüne kadar baktığınızda neler kazandınız?
Kendini bilmek! İnsana hayat bunu öğretiyor. 60 yaşındaki herhangi biri de bunu size söyleyebilir ama 60 yaşında bir devrimci olarak kendini bilmek bundan daha fazla. İkincisi, gerçek anlamda alçakgönüllü olmak bakımından çok öğretici geçiyor hayat. Bilmediğimiz, yapamadığımız, aklımıza gelmeyen, işaret edemediğimiz ve cesaret etmediğimiz şeylerin cesaret ettiklerinizden, akıl ettiklerinizden, bildiklerinizden her zaman fazla olduğunu görebiliyorsunuz. Öte yandan cezaevinde olmanın bir sürü kötülüğünün yanı sıra okumak… Başka zaman okuyamayacağınız kadar okumak için size imkân sağlar. Ve hepsinden önemlisi benim için, her saniye siyasi düşünmek gibi bir refleks kazandırıyor. Gördüğünüz her şey, her karar, her tercih siyasi bir yaklaşım ve refleks kazandırıyor.
'BANA, SEN BAŞBAKAN MI OLMAK İSTİYORSUN, DEDİLER!'
-Kaybettirdikleri de olmuyor mu?
Bu kadar siyasi olmak, hayatı siyasetten ibaret görme yanılsaması yaratıyor. O açıdan hâlâ kendimi terbiye etmeye çalışıyorum. Özellikle bu çağda, kültür alanında da giden mücadele en az siyaset kadar önemli, hatta öne geçtiğini görüyorum. Bu çerçeveden baktığınızda hayat sadece kazandırmıyor sizi köşeli de yapıyor. Hapisten yeni çıkmıştım, Behiç Ak'la o zaman ahbap olduk. Karikatürist, esprili bir adamdır. Tanışalı bir iki ay olmuş; dört, beş kere karşılaşmışız. Bir gün yine konuşuyordum "Ağabey bir şey soracağım. Sen başbakan mı olmak istiyorsun' dedi. Bunu alçakgönüllülüğüme karşı küstah bir saldırı olarak kabul ettim; "Nereden çıkartıyorsun, niye başbakan olmak isteyeyim ki" dedim. "O kadar çok iktidar, diyorsun ki; kendin için istemiyorsan ne için istiyorsun diye merak ettim" dedi. Muhalefette olmak, orada yaşamak noktasından değil de sonra elde edeceğin iktidar noktasından bakmak alışkanlığı yani devrim olduktan sonra ne yapılacak meselesi, devrim olmadan önce ne yapılacak meselesini çok gölgede bırakıyor. Bu uyarıyı cebime koydum.
-1978'de İtalya Başbakanı Aldo Moro'yu öldüren Kızıl Tugaylar örgütünün lideri Mario Moretti'yi biliyor muydunuz?
Üzerinde hiç düşünmemiştim. Aramda hiç özdeşlik kurmadım. Daha çok Ulrike Mainhof, Andreas Baader'i düşünmüştüm. Baader ve Mainhof ekibi yani Kızıl Ordu Fraksiyonu sönmüş olan kitle hareketinden, yani öğrenci hareketinden geliyor. Dolayısıyla Kızıl Tugaylar gibi kendi kendilerini meydana çıkarmış bir ekip değiller. Bu açıdan aralarında bir fark var. Fakat bizim sürecimiz onlardan çok farklı. Başvurulan yöntemler birbirine benziyor ama silahlı eylemle meşgul olan insan sayısı bizim harekette 10'u, 15'i geçmiyordu. Oysa binlerce insan vardık ve biz o binlerce insanın binlerce olduğunu aslında o kadar çok düşünmüyorduk. Oysa onlar binlerceydi ve toplumun her kesiminden geliyorlardı. Öyle olduğumuz için bir kıymetimiz vardı. Öyle bir hareketin içinden geliyor olmasak ve 10 kişi gidip bir teşkilat kursak ve insanları çok başarılı bir biçimde kaçırsak ya da neyse yapacağımız onları yapsak da bunun fazla etkisi olmazdı. Çünkü sözünü ettiğimiz etki çok büyük ölçüde bu insanların tasvibiyle ilgiliydi. Onlar onaylıyordu, benimsiyordu ve fikri bunun üzerinden yayıyorlardı. İzole, yalıtık bir silahlı örgüt olduğumuzu düşünmüyorum. Ben Dev-Genç Başkanı sıfatını da o dönem üzerimde taşıdığım için Dev- Genç'i esas örgütümüz diye düşünme eğilimindeydim. Ama Dev-Genç sadece bize ait olmayan, başkalarının da katıldığı bir yapıydı. Fakat ikisi arasındaki (THKP-C ve Dev-Genç) akrabalık bizim hareketi başka ve farklı kıldı.
-Her 30 Mart'ta Kızıldere'nin tekrar tekrar anlattırılması hoşunuza gitmiyordur sanırım?
Oynamaktan kaçınamayacağımız roller var. Bu da onlardan biri. Sizinle konuşmayı aramızdaki ön görüşme olmasaydı kabul etmeme eğilimdeydim. Çünkü kapımı çalan her 10 kişiden dokuzu, aslında daha sonra yamultabileceği bir laf kapma merakıyla ya da sansasyonel bir cümle veya kanlı bir geçmişi hatırlatma saikiyle yaklaşıyor. Onlardan uzak durmaya çalışıyorum.
'ÇEVRECİ, EKOLOJİST KÖYLÜ İTİRAZLARI BİR ARAYA GELECEK'
-Hâlâ devrim umudunuz var mı?
İyimserim. Bizim Cumhuriyet muhafızları gibi rejim çökecek diye korkmuyorum. Çünkü o rejimden nemalananlardan değilim. Şunu ümit ediyorum: Bu insanlar parça parça ortaya çıkacak, Türkiye'nin kırlarında çok esaslı, çevreci, ekolojist köylü itirazları, başkaldırıları var. Çöpe, siyanürlü altın aramaya, baraja karşı; herkes bulunduğu alanda bir direniş noktası kurmaya çalışıyor. Bu direnişler bir araya gelecek. Artık şöyle bir şey olmayacak; ben sosyalizmin nasıl bir şey olduğunu anlatacağım, insanlar da 'Vay be ne güzel ' diyecek! Onların kapitalizmle bu anki mücadeleleri birbirine eklemlendikçe yeni sosyalizm tanımına varacağız. Bu Marks'ın dediğinden çok farklı bir şey olmayacak ama öz deneyimden çıkan bir şey olacak. Gözlemim bu. Fakat bu henüz embriyo halinde. Başsavcının kapatma müdahalesi olmasa gündemi esas olarak bunlar meşgul edecek. Bir kere daha, yanlış bir yerden; askerin değil de adaletin kılıcıyla yanılmış oldu bu mesele. Fakat esas dinamiğin bu olduğunu ve böyle işlemeye devam edeceğini görüyorum. Bu yolda istikamet alan çok sol hareket tanıyorum. Onlar henüz küçükler; kimse onları önemsemiyor fakat onlar gelişiyor.
KIZILDERE'DE NE OLMUŞTU?
12 Mart 1971 Muhtırası'ndan sonra yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını engellemek amacıyla 27 Mart 1972'de THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) kurucularından Mahir Çayan, Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Hüdai Arıkan ve THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) militanı Cihan Alptekin Ünye NATO Radar Üssü'nde görevli, ikisi İngiliz, biri Kanadalı üç teknisyeni kaçırdı ve onları Tokat'ın Niksar ilçesi Kızıldere Köyü'nde bekleyen Dev-Genç Genel Sekreteri Sinan Kazım Özüdoğru, THKO militanı Ömer Ayna, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Yönetim Kurulu üyesi Sabahattin Kurt, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz ve 'Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü'nün kurucusu olarak aranan Üsteğmen Saffet Alp'le buluşup Kızıldere muhtarının evine gittiler. Fakat 30 Mart sabahı muhtarın ihbarıyla saklandıkları ev ve köy komandolar tarafından sarıldı. Grup taleplerine karşılık verilmemesi ve ateş açılması durumunda rehineleri öldürüp çatışma kararı aldı ve taleplerini megafonla okudu: "İnfazlar derhal duracak, hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak, 48 saat içerisinde Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu açıklanacak!" Ancak talepler reddedildi ve 30 Mart 1972 günü saat 17.00'de çatışma başladı. Hedeflerin menzil dışı olması yüzünden etkisiz kalan grup, kerpiç evde makineli tüfek ve havan topu ateşine tutuldu. Çatışma sonunda Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz öldürüldü; eve girildiğinde rehineler de ölü bulundu. Ertesi gün ceset tespiti için çağrılan babasının cesedini tespit edememesi üzerine yerel jandarmanın aramasında bitişikteki samanlıkta saklanan Ertuğrul Kürkçü ağır yaralı olarak yakalandı ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı, 14 yıl cezaevinde kaldı.
Röportaj: EMRE ÜNSALLI/ Fotoğraflar: MUZAFFER SAĞLAM
*143 sayılı Aktüel'den alınmıştır.