Hükümet ve Cemaat arasında dershane tartışmaları üzerinden başlayan ve eski defterlerin açılmasıyla siyasi hesaplaşmaya dönüşen süreci anlamaya çalışıyorum. Hükümetin verdiği mücadele, bana askeri vesayete karşı verilen mücadele kadar önemli geliyor.
Geçmişte askerden icazet almadan hükümet olunamazdı. Siyasi partiler sandıktan çıksa bile askerden olur/onay almak zorundaydı. Siyasi alanın kontrolü askerin tekeli altındaydı. Ülkenin temel meselelerinde son sözü hep asker söylerdi. Kıbrıs, Ermeni meselesi, Alevilik ve Kürt sorunu gibi konularda askere danışmadan hiçbir hükümet adım atamazdı.
***
Siviller kendilerine çizilen sınırları zorlamaya başladıkları anda, tuhaf bir mekanizma devreye girer ve hükümetler alaşağı olurdu. Medya, yargı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları vs. askeri vesayet sisteminin iktidar araçlarına dönüştürülmüştü. Bu vesayet çemberini kırmak kolay olmadı. AK Parti iktidarı döneminde askeri vesayet geriletildi; ancak bu kez siyasi alan üzerinde askeri otoritenin yerini almak isteyen demokrasi dışı aktörler ve güç odakları belirdi. Tıpkı asker gibi hükümet üzerinde baskı kurmaya başladı. Temel politikalarda yön tayin etmek istedi. Devlete talip oldu, hükümet ortağı gibi davrandı. Milletvekili, bakan, vali, kaymakam atamak istedi.
TESLİM OLMASINI BEKLEMEK SAFLIK
Hükümet bu dayatmaları kabul etmeyince de ipler koptu. Gizli belgeler ortaya saçıldı, hükümet aleyhinde askeri vesayet günlerinde olduğu gibi psikolojik harekat başlatıldı. Manşetler birbiri ardına patladı. Bu süreci Başbakan Tayyip Erdoğan'ı boyun eğene kadar sürdürme kararlılığındalar. Ancak askere boyun eğmeyen Erdoğan'ın bu güç çevrelerine teslim olmasını beklemek saflık olur.
***
Bu konuda Erdoğan'ın dünkü grup toplantısında yaptığı konuşma tarihi niteliktedir: "Millet gayri mümeyyiz değildir. Yani millet kendi kararını kendisi vermekten, kendi istikametini kendisi çizmekten aciz değildir. Demokrasilerde STK'lar, dernekler, vakıflar, sendikalar elbette çok önemli. Medya elbette çok önemlidir. Onlar eleştirilerini yaparlar ama hakaret edemezler. Nihayetinde karar verecek olan Meclis'tir. Meclis'i de hükümeti de teşkil eden millettir. Millet beğendiğini orada tutar, beğenmediğini alaşağı eder. Milli irade, sandığa, demokrasiye en fazla sahip çıkması gereken bizzat TBMM'dir. Medya Meclis'in yerine geçemez, baskı grupları, sermaye Meclis'in yerine geçemez. Özellikle de çeteler, mafyatik örgütler kendilerini Meclis'in yerine koyamaz, millet adına karar veremez. Hiçbir gücün Meclis'e, siyasetçiye ve milli iradeye boyun eğdirmesine izin vermeyeceğiz, göz yummayacağız. Sermayesini, manşetlerini, kışkırtmalarını adeta bir kurşun gibi Meclis'in üzerine çevirenlere rağmen, Meclis'in ve siyasetin saygınlığından ödün vermeyeceğiz. AK Parti olarak kurulduğumuz günden bu yana milli iradeyi güçlü bir şekilde savunduk, savunmaya devam edeceğiz. Türkiye'ye bırakacağımız en büyük eser güçlü bir milli irade olacaktır. Geride bırakacağımız en büyük eser de yollardan, okullardan, hastanelerden, güçlü bir ekonomiden öte güçlü bir milli irade olacaktır."
***
Başbakan Erdoğan'ın bu sözleri AK Parti Hükümeti'nin askeri vesayetten sonra sivil vesayet odaklarına karşı da zorlu bir mücadele verdiğini gözler önüne seriyor. Sistemin demokratik dönüşümünün tamamlanması için dik durmak gerekiyordu. Başbakan Erdoğan, bu kararlılığı göstermeseydi kesinlikle kaybederdi. Erdoğan'ın seçim öncesi neden böyle bir risk aldığını anlamayanlar şu gerçeği gözden kaçırıyorlar; Erdoğan bu güçler karşısında bir kez boyun eğseydi, bir daha asla boynunu kaldıramazdı.