Başrollerinde, bütün absürtlüğü, zihin açıcıcılığı ve hazır cevaplığıyla halis muhlis bir Menteş karakteri olan, İstiklal Harbi'nin, 100 yaşındaki son gazisi Ruhi Mücerret'in oynadığı roman; yine üstadın diğer işlerindeki gibi her satırında çarpıyor… Tamamı "altı çizilecek" satırlardan oluşan roman, Ruhi Mücerret'in ölümle tatlı tatlı cilveleşmesiyle, "öbür dünya-dünya kankalığı"nı, eserin kötü adamı Masum Cici'nin icraatlarıyla, klişeye mahal vermeden "tüketim kültürü" eleştirisini, gazimizin genç arkadaşı Civan Kazanova üzerinden "kahraman-anti kahraman" mevzusunu, müziğin klasiğini, arabeskini, Rahmaninov'u, Orhan Gencebay'ı, Kızılmaske'yi, Zincirlikuyu'da mukim "bizden" zombileri ve daha iç içe geçmiş pek çok sürprizi ihtiva ediyor…
Yine Menteş'çe, yine akıcı ötesi, yine çıktığı an itibariyle, ışık hızıyla "kült" tahtına oturan bir romanla karşı karşıyayız yani…
*Romanın başrol kahramanı Ruhi Mücerret 100 yaşında bir İstiklal Harbi gazisi… Ölümle arasında tatla bir cilveleşme, bir espri var… Konuya buradan, basit ve insani bir girizgâh yapsak nasıl olur bilmem ama romanda da, hayatta da herkesin kendi kurtuluş savaşı mücadelesi var…
Benim bir şiirimde şu mısralar geçer: "Bireysel kurtuluş savaşı başlamıştır / Mahrumiyete kibir, merhamete kıskançlık, mahremiyete kin karışmıştır" … İnsanların bireysel kurtuluş mücadelesi, kurtuluş gayreti diye bir şey hakikaten var. Savaş olmazsa kurtuluş imkanı kendiliğinden belirir diye düşünüyorum aslında. Savaş, adı üstünde karşılıklı birbirini savmak, ortadan kaldırmak, defetmek, gerekirse öldürmek demek. Gelgelelim, bir başkasını öldürdüğünde kendisinin kurtulacağın sanmak insanlık dışı. Barış için sarf edilmesi gereken enerji ve çaba, savaş için sarf edilenden daha fazla. Yani bir insanı eline tüfek alıp tararsın, kolay ve basit görünüyor… Ama bir insanın gönlünü kazanmak için kesinlikle daha ciddi bir efor sarf etmelisin.
*Bazen Ruhi Mücerret'in filozof dostu Avni Vav'ın sözleri ve saptamalarıyla Tanpınar'ın deruni ikliminde geziniyoruz, bazen ışık hızıyla Tarantino'nun absürt aksiyon dünyasına geçiş yapıyoruz… Bu nasıl bir terkiptir?
Bu tespitiniz için çok teşekkür ediyorum. Tanpınar da Tarantino da benim için önemli isimler ama ikisi bir arada ilk defa anılıyor… Geçenlerde, Selman Bayer, bir konferansında benim, Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki yaklaşımını devam ettirdiğimi söylemiş. Benim için Tanpınar'ın dil hassasiyeti ve anlatım titizliği çok önemlidir. Bir örnek vereyim, "Huzur" romanında şöyle der: "Bu sansür ve tahdit…" Sansür demekle yetinebilirdi. Sansürün ve tahdidin yan yana kullanılması, kritik bir anlam inceliği gözettiğinin ifadesi. Tahdit, sınırlandırma demek… Ben bu anlamda Tanpınar'ı çok önemli bulmuyorum.
*Romanda bahsi geçen "tüketim kültürü ve reklam bombardımanı altındaki insanın durumu" konusuna da değinmek isteriz. Bugünün insanı artık bir "müşteri"ye mi dönüştü?
Müşteri olsak iyi. Tüketiciyiz biz. Müşteri kötü bir şey değil. Ahi kültürünün yaygın olduğu dönemlerde, neredeyse 600 yıl boyunca; esnafımızın büyük çoğunluğu mutasavvıf idi. Dolayısıyla ölçü tartıdaki hassasiyetten tutun, haram helal hassasiyetine; ifade zenginliği, başkasının hakkını gözetme, "Ben yeterince iş yaptım lütfen komşumdan alışveriş yapın" inceliğine kadar hayatımızda stilize bir esnaf-müşteri ilişki vardı.
*Müşteriden tüketiciye geçiş nasıl oldu peki?
Ben insanların temel ya da günlük ya da acil ihtiyaçları olduğu gerçeğinden çok rahatsız oluyorum. Bir insanın ihtiyacının olması, muhtaç olması bana çok onur kırıcı geliyor. Hiç birimiz Tanrı değiliz, hepimiz muhtacız aslında. Ama o muhtaçlığın bu kadar şişmesi, her şeye uyarlanması tuhaf. Ojeye muhtaçsın, beysbol şapkasına da, spor ayakkabıya, viskiye, bulgura, mücevhere de. Terbiye ve kültür, insanı muhtaç ve tüketici derekesine düşmekten korur. Tüketici, terbiyesizdir. Tüketim kültürü diye bir tabir var. Halbuki, muhtaç kimsenin kültürü olmaz. O yol, insanlıktan uzaklaşmanın yoludur.
*Romanda Mimar Serpil Silahlıperi, şehrin can damarlarını nasıl kestiğimize ilişkin, etkileyici bir söylev veriyor… Özellikle bahçe ile ilgili olan kısım çok etkileyici… Sizin bahçeniz var mı?
Nerdeee! Apartmanda oturuyorum ben de. Artık bahçeler daha ziyade otopark için düşünülen bir alan. Çünkü otomobillerimiz daima bizden daha değerli. Arabalar, içindeki adamdan değerli. Sen bir adamın yüzüne tükür, bir de arabasına tükür ve verdiği tepkileri ölç.
*Bahçeye dönecek olursak…
Bahçe bir evin asıl manzarasıdır. Evin senin dünyanı, bahçen de senin ahiretini temsil eder. Yani sen bahçe eken biri olarak, istikbale bakan bir konum seçmiş olursun.
*Romandaki binlerce güzel saptamanızdan, ifadenizden biri de "Daima acele edip hep kaç kalanların şehri" diye kodladığınız İstanbul… Nedir bu şehir insanın acelesi sizce?
Çünkü içinde bulunduğumuz an değer taşımıyor. Etrafta görülmeye değer bir şey yok. İnsanlar ancak trafik kazası gördüklerinde yavaşlıyor, durup bakıyorlar. Öyle bir duruma geldik ki, etrafımızda çiçekler kelebekler, mimari şaheserler olsa bile görecek durumda değiliz. Yozlaştık birader. Geçmiş ve gelecekle uğraşırken şimdiyi kaybediyoruz.
GÖKSAN GÖKTAŞ
Fotoğraflar: LEYLA YAMAN