DOT hep değişik, şaşırtan işler yapıyor, "Altın Ejderha" da bunların son halkası. Önce oyundan söz edelim istersen…
Altın Ejderha, Roland Schimmelpfenning adlı bir Alman yazarın oyunu… Tür olarak, "Açık Biçim Benzetmeci" diyebiliriz.
Benim anlayacağım dilden anlatabilir misin lütfen?
Yani seyirci ile göz göze konuşup, onlara bir hikaye anlatıyoruz. Beş oyuncu 16 değişik karakterin hikayesini aktarıyor.
Bunlardan biri de kendi karakterin galiba…
Evet, biri Ece Dizdar… Diğeri anlatıcı kişiliğim, bunların dışında üç karakter daha var canlandırdığım. Yönetmenimiz Serkan Salihoğlu. O da Almanya'dan geldi…
Ece de yarı İngiliz zaten…
Londralıyım, evet… Burada büyüdüm, orada okudum. Çifte vatandaşlığım var.
Oralara geleceğiz ama şimdi oyuna devam edelim de heyecanı kaçmasın… Seyirci karıştırmıyor mu oynadığın karakterleri, tipini mi değiştiriyorsun tümüyle?
Dramatik olarak bakarsan, ben bu fiziğimle makyaj ya da kıyafet yardımı olmadan bir erkeği canlandıramam. O yüzden gerçek bir erkeği oynamaya çalışmıyorum. Seyirciye diyorum ki "Bu şimdi bir erkek" ve
küçücük değişiklerle, mimiklerle devam ediyorum.
Yani bıyık takıp, pantolon filan giymeden…
Hayır, mesela 40 yaşında bir adamı oynuyorsam, tek yaptığım yüzümdeki mimikleri ve sesimi değiştirmek. Bir de vücut dilim tabii. Bu zaten tiyatronun başlangıcından beri süregelen bir türdür. Tiyatronun
içinde hikaye anlatımı hep var olmuştur. Oyuncu hikayeyi anlatırken gösterir, tarif eder. "Benzetmeci gösterici" dedi ğim o… Yani karakterlerin benzetildiği, gösterildiği bir tür… Anlayacağın klasik
tiyatro gibi değil, seyirci ile iç içe… "Hep beraber eller havaya" yani...
Harika tarif ettin… DOT da çok enteresan bir topluluk. Başlangıçta böyle bir tiyatronun Türkiye için erken olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım…
Biraz cesaret gerekiyor tabii…
? Senin onlarla tanışman nasıl oldu?
Londra'da master'ımı yaparken "In your face" alanına ayrıldım…
Aynı dilden konuşabilir miyiz?
"In your face", DOT'un takip ettiği tiyatro türü. İngiltere'de 90'ların sonuna doğru başlayan bir akım. Yani DOT'un yolu, benim master'ını yaptığım alan. Onun için Türkiye'ye dönünce Murat Daltaban ile tanıştım ve birlikte çalışmaya başladık. Daha doğrusu beni küçük rollerle gruba dahil etti.
Deprem sonrası Londra
Londra'ya ne zaman gittin?
17 Ağustos depreminden sonra Marmara Üniversitesi'ne girdim ama aklım tiyatrodaydı. Bir depremzede sayıldığım için çok ilgilendiler benimle. Ben de ayıp olmasın diye bırakamadım, bitirdim okulu…
Sonra tiyatro okumak için İngiltere'nin yolunu tuttun.
Öyle kolay olmadı. Babamın görevi gereği uzun zaman yurt dışında yaşadığım için İngilizcem iyiydi ama param yoktu. Sınavı kazandıktan sonra burs buldum, beş ayrı firma eğitim masraflarımı karşıladı.
Pek konuşmak istemiyorsun ama 17 Ağustos depremi de senin hayatında önemli bir yer tutuyor…
Tabii ki büyük bir dönemeç… Gölcük'te annemle babamı kaybettim.
Sende nasıl bir travma yarattı bu olay?
Zor bir süreçti ama ben devam ettim. Başka yapacak hiçbir şey yok.
Bu konuda seni fazla üzmeyelim… Sadece tiyatroda değil, televizyonda da oldukça faalsin…
Öyle, TRT'deki Şubat dizisi sezon sonuna kadar devam ediyor, seneye bakacağız ne olacak…
Baban deniz subayı olduğun için yurt dışında çok dolaşmışsınız… Biraz da o günlerden bahsetsene…
Babam denizaltıcıydı, bu yüzden her sene taşınıyorduk… Belki sana garip gelecek ama hayatımın dönemeçlerine hep Yüksek Askeri Şura karar verdi.
Nasıl yani ?
4 Ağustos'ta Askeri Şura toplanır, subayların tayinleri için karar alır ya… O yüzden Ağustos yaklaştı mı mekan değiştirmek kader olurdu bizim için. Diyelim ki Mayıs ayında hoş biriyle tanıştın… "Ne yazık
ki vakit yok" dersin…
Zaten Ağustos'ta gidiyorum boş yere aşık olmayayım diyorsun…
Dostluklarım için de geçerli bu… Ağustos hep ayrılık ayıydı benim için…
Ailenle nereleri dolaştınız?
Türkiye'de Gölcük, Karamürsel Ankara, İstanbul, Marmaris falan… Yurt dışında Pakistan, Belçika, Roma… Dolaş dolaş dur… 21 yaşına geldiğimde 20 değişik evim olmuştu.
"Bendeki bana yeter"
Londra'ya dönersek, okulu bitirdikten sonra…
Pek çok işte çalıştım, çocuk bakıcılığı, kafelerde garsonluk yaptım… Tiyatro dünyasına girmek çok zordu ama BBC'nin radyo oyunlarında oynadım mesela. Kürt, Ermeni meselesi gibi politik konularda radyo
oyunları hazırlıyorlardı.
Politik radyo oyunları mı?
Oyunları öyle bir tabana yayıyorlardı. Politik görüşüme uygunluğu ölçüsünde pek çoğunda oynadım. Ama bir noktadan sonra Türkiye'de çalışmak istedim. Bir de dublajcıyım ben… Burada bu konuda daha sağlam bir
kariyer yapabileceğimi düşündüm. Öyle de oldu çok şükür…
Demin politik görüşünden söz ettin. Nedir bu konudaki düşüncen?
Daha insancıl bir bakış açısı… Irkçılığa, kadına şiddete prim veren hiçbir işin içinde olmam. Benim için yaptığım iş bir eğlence aracı değil. Mutlaka toplumu bir adım ileri götürmeli, bu çok net…
Dublajla toplumu nasıl ileri götüreceksin ki?
Dublaj para…
Ya diziler…
Diziler de para… Ama dizide de bahsettiğim şekilde bir karakteri oynamam. Yaptığım işin topluma bir hizmet vermesi gerektiğine inanıyorum.
Bu söylediğin tiyatro için geçerli ama toplumu ileri götürsün diye dizi yapıldığını sanmıyorum…
İnşallah bir gün… Fakat dizi yapmayı da, dublaj yapmayı da çok seviyorum. Seslendirdiğim 16 marka var. Biliyorum tabii bunun toplumu ileri götürecek bir hali yok, sonuçta kapitalizme hizmet ediyorsun.
Eninde sonunda her şey kapitalizme hizmet ediyor…
Evet, ama ben kurtarmaya çalışıyorum kendimi. Mesela bir yıldır şu gözlük hariç kendime hiçbir şey satın almadım…
Nasıl yani? Bir etek, bir telefon?..
Hiç, hiçbir şey… "Bendeki bana yeter" dedim… Baktım yetiyor da…
Cimri misin?
Tabii ki değil… Sürekli birileri bana neye ihtiyacım olduğunu söylüyor… Bakalım gerçekten ihtiyacım var mı diye denemek istedim…
Ama sen de şampuan reklamını seslendirerek aynı şeyi söylüyorsun. Bir çelişki yok mu bu işte?
Herkes yaşamak için para bulmak zorunda. Tiyatrodan büyük paralar kazanılmıyor. Ben de sektörün bir tarafından kendi etik anlayışıma uygun olarak para kazanabilmeliyim ki istediğim işi yapabileyim. Çünkü
söylemek istediğim çok şey var.
"Güney Hindistan'da yaşayan gurum vardı"
Bir de şöyle bir cümlene rastladım… "Aidiyet, kurtulmaya çalıştığım bir duygu. Bir ülkeye, eşyaya, kişiye, futbol takımına, bir statüye bağlı olmak istemiyorum" demişsin… Neden istemiyorsun?
Depremden sonra kendi içimde büyük bir arayışa girdim. Ölümle, kişisel gelişmemle çok uğraştım, çok okudum… Bu arada müthiş bir migren baş gösterdi bende. Bunu aşabilmek için Londra'da nefes terapilerine
başladım. Derken spiritüel arayışlara girdim, meditasyon ve yoga kurslarına katıldım. Güney Hindistan'da yaşayan bir gurum vardı.
Sonra Hindistan'a gittim deme…
Derim, gittim çünkü. Kendimi Ashram'a kapatıp altı ay orada yaşadım.
Ashram'ı da bilmem gerekiyor herhalde.
Gerekmiyor, ben söyleyeyim… Yogilerin birlikte yaşadığı manastır türü bir yer. Herkesin bir görevi vardı, benim görevim çocuklara drama eğitimi vermekti. Orada onlarla birlikte gönüllü olarak çalıştım.
Altı ay uzun bir süre değil mi? Sıkılmaz mı o kapalı toplumda insan?
Biz hayatın kendisinin değil, bizi tetikleyen şeylerin peşinden koşuyoruz. Sürekli bir film izlemek, bir müzik duymak istiyoruz. Tetiklenmezsek sıkıldığımızı hissediyoruz. Çünkü doğanın kendisinden zevk
almıyoruz. Orada kendi varlığından mutlu olmaya başlıyorsun. Bir süre sonra söz bitiyor, bu kadar çok konuşmak zorunda kalmıyorsun.
Aidiyet duygusundan buraya geldik…
Şunu demeye çalışıyorum. Kişinin eğer bir gelişim arayışı varsa kurtulması gereken yegane şey, kimlikler. Kendimi dışarıya karşı kadın olarak, Türk olarak, oyuncu kişisi olarak tanımlamıyorum. Ben benim,
bir bireyim, bir organizmayım. Ve kendi varlığımdan mutluyum. Eğer kendinden mutluysan bir şeye ait olmayı hissetmezsin.
Bu düşüncene ne ad veriyorsun?
Yogi Bilimi diyorum ben buna. Ama şu da var. Türkiye'ye döndükten sonra Sufizm ve tasavvuf üzerine de çok okudum. Anladım ki bütün bunların farkına varmak için oralara kadar gitmem gerekmiyormuş. Kendi
kültürümüzde de insanın varoluşundan mutlu olmasının yolunu gösteren öğretiler var. Örneğin ben şimdi Yoga Bilimi yerine Sufizm ile ilgileniyorum.
Peki Sufizmin ya da Yoga Bilimi'nin aşka bakışı nasıl…
Aşk derken…
Aman "ilahi aşktan" bahsetmeyelim. Kadın erkek arasındaki aşkı soruyorum.
Sevdiğin her şey kendi varoluşuna duyduğun özentiden ortaya çıkıyor. Aşık olduğum birinde zaten Allah'ın suretini görüyorum… Eğer kişi dediğim gibi yaşayabilirse karşısındakine "benimsin" diyebilecek kadar
egosantrik bir sahiplenme duymuyor.
Peki ya seksi bu tablonun neresine koyuyorsun…
Müzikallerde neden şarkı söylerler? Duygu o kadar yoğunlaşır ki konuşmak yetmez. Bu da onun gibi bir şey. Öyle bir seversin ki, seks aşkın dansı olur.
Vaaayyy… Benden pes…
Arda Uskan / Aktuel Özel