Bu sabah otelimizden ayrılıp beş gün sürecek trekkinge başlayacağımız Pokhara'ya doğru yola çıkacağız. Bu süre içinde dost olduğumuz Otel Vajra'nın sahibi Raj, bizim için ayarladığı arazi aracıyla yolu beş saatte alabileceğimizi söylüyor.
Saat 10.30'da sırt çantalarımız ve diğer malzemelerimizle birlikte otelin önündeyiz. Raj, yürüyüşümüz sırasında bize eşlik edecek rehberimizi tanıştırıyor. İsmiyle cismi pek uyumlu sayılmaz. Ufak tefek, sevimli genç bir adam. Adıysa Dev!
Katmandu'nun sayısız tapınağını, bir o kadar tanrısını, daha da kalabalık motosikletlerini, kirli havasını ve kargaşasını arkamızda bırakıp, Pokhara'da bizi beklediği vaat edilen huzur ve güzelliğe doğru yol alıyoruz. Dua edelim ki vaatler doğru çıksın. Ama yollar o kadar bozuk ki, ortalama saatte 30 kilometreyle ancak ilerleyebiliyoruz.
Çağıl çağıl akan bir ırmağın kıyısında yediğimiz bol körili Nepal yemeklerinden sonra yola devam ediyoruz. Katmandu'dan sonra buralar gerçekten cennet gibi.
Yaklaşık bir saat daha yol almıştık ki, böyle bir gezinin olmazsa olmazı, ilk motor arızası baş gösteriyor. Neyse ki küçük bir köyün içindeyiz. Bizim kaportanın kapağını açılır açılmaz köyün delikanlıları başımıza üşüşüyor. Aynın Türkiye'deki gibi, akıl veren çok; ama bize akıl değil karbüratörün kırılan parçası gerekli. Sürücümüz yakındaki tamirciden bulduğu vidalarla parçayı tamir etme umudunu yitirince, çaresiz, kırık parça elinde, iki kilometre ötedeki daha büyükçe bir köye doğru yollanıyor.
Bizeyse beklemek düşüyor!
Hemen yanı başımızda bir çay evi var. Köyün gençleri toplanmış bir tür bilardo oynuyor. Ama bilardo toplarının yerine tavla taşlarının, ıstakanın yerine ise parmakların kullanıldığı bir tür bilardo bu. İngilizceden bozma haliyle "caremboard" oyunun adı.
Irmağın öte yakasındaki tepenin doruklarına doğru bir teleferik yükseliyor. Sorunca, tepenin ötesinde bir Hindu tapınağı olduğunu öğreniyoruz. Ama girişi bizim tarafta. Etrafında turistler için incik boncuk satan işportacılar sıralanmış.
Bir buçuk saat sonra komşu köyden gelen tamircimizin ellerinde aracımız yeniden hayat buluyor. Motor sesinin bu kadar huzur verebileceğini düşünmemiştim bugüne kadar.
Derin ve tozlu çukurlarla bezeli yılankavi yollardan Pokhara'ya doğru kıvrıla büküle ilerliyoruz. Hedefimize vardığımızda güneş ışınlarını tamamen kaçırmış olmaktan korkuyorum. Çünkü bir daha Pokhara'yı görecek zamanımız olmayabilir.
Neyse ki güneş tepelerin ardından tamamen kaybolmadan Pokhara'ya varıyoruz. Bu küçük kentte halkın yaşadığı bölge ile turistik bölge birbirinden kesin bir çizgiyle ayrılmış. Halkın yaşadığı bölüm çirkinlik açısından Katmandu'yu pek aratmıyor. Yalnızca daha daha az kalabalık ve daha az kirli. Turistik bölümün nasıl bulunacağı ise zevke kalmış. Eğer Kuşadası'nın çarşısını seviyorsanız, burayı da sevebilirsiniz. Bir cadde üstüne yan yana sıralanmış turistik eşya dükkanları ve dizi dizi restoranlar. Yalnızca döner kokularının yerini köri kokuları almış. Haritaya göre buralarda bir yerlerde dağlarla çevrili bir göl olması gerek ama, bizim durduğumuz yerden izini bulmak kolay değil.
Neyse sora sora restoranların arka tarafına geçince Feewa gölü bütün haşmetiyle çıkıyor karşımıza. Arada yakılan çöplerin dumanı genzimizi yaksa da bu güzellik karşısında kızım Alice'le birlikte "evet buralara kadar geldiğimize değdi" anlamında birbirimize bakıyoruz. Yüzlerce sayısız tekneyle gezintiye çıkan Nepalli'nin yanı sıra Feewa gölünün dinginliği büyülüyor bizi.
Yemeğimizi yiyip erkenden yataklarımıza gidiyoruz. Yarın yürüyüşümüz başlayacak. Dinlenmiş olmalıyız. Bir de, tam dağlara çıkacağımızdan bir gün önce midemde ki şu tuhaf gurultular olmasa...