*Hani askerde komutanın önüne, tümü 'H'siz bir yazı gelmiş de adam çıldırmış ya; "Derhal bu daktiloyu tamire yollayın, bunun 'H'si bozuk!" Yaver selama durmuş, "Aletin bir şeyi yok, tamir edilmesi gereken bizim yazıcı Trakyalı Mehmet!"
*Benim klavyenin de 'H' tuşu biraz kendine buyruk, duruma göre basıyor. Yoksa kadın meslektaşlarım gibi sözcük üzerinden şirinlik yapmaya çalışmıyorum. Şimdi hep birlikte 2012'yi şöyle bir hatırlayalım bakalım. Eski yıl şahane mi geçmiş yoksa Trakyalı Mehmet'in deyişiyle "şaane" mi?
ARDA USKAN
2012'ye önemli bir kültür olayıyla girmiştik. Ocak ayı başlarıydı ve Türkiye'mizde "Çin Kültür Yılı" ilan edilmişti, artık o ne demekse... Bunun sonucundaki gelişmeleri birazdan nakledeceğiz, acele yok…
Ülkeler arası kültürel birleşmeden o kadar çok etkilenmiş olacağım ki, ben de Ocak ayı söyleşilerimden ilkini tiyatroya, sevgili Kenan Işık'ın sahneye koyduğu bir Sofokles uyarlaması olan Antigone'a ayırmıştım. Her ne kadar olayı birinci ağızdan dinlemek için Sofokles'in kendisiyle röportaj yapmak istediysem de, Kenan Işık bunun imkansız olduğunu söyleyip beni kapı dışarı etmişti. Sanatçı kaprisi işte. Ben de tuttum, eserde Kör Kahin Therias rolünü oynayan Ali Sürmeli'nin yakasına yapıştım; "Cevabı şu olmuştu Sürmeli'nin; "Bu oyun yıllardır 'devlet ile birey arasındaki çatışma' olarak yorumlanmış. Biz ne yazık ki 30 yıldır kardeşin kardeşi öldürdüğü bir ülkede yaşıyoruz ve ne yazık ki henüz kadınlardan bir ses çıkmış değil. Terörist dediklerimizin de gömülme hakkı var bence. Ve bana göre günümüze çok uyuyor oyunun mesajı."
Peki, başta sözünü ettiğimiz "Türkiye'deki Çin Kültür yılının" ilk meyvesi ne oldu dersiniz? Alın size Ocak ayından bir gazete haberi; "Hereke Halısı'nın isim patentini Çinliler aldı! Bunun üzerine Hereke Halıcılar Derneği Başkanı Erhan Ör, 'Patent için başvuru yaptık. Ancak dost ülke Çin de benzer bir başvuru yapmış. Patent onlara da, bize de verilmedi' dedi."
Yersiniz di mi böyle kültür alışverişini...
Batuhan Piatti ve kızgın tava
"Şubat ayında vatan topraklarımızda ne gibi hadiseler vuku buldu acaba" diye soracak olursanız, buyurun dergimizin sararmış sayfalarına...
Dünya binbir ciddi olaylarla sarsılırken ben yine burnumun dikine gitmiş, o günlerin ünlü yemek programı Master Chief'in jüri üyesi ünlü aşçı Batuhan Piatti'nin mutfağının kapısına dayanmışım. Batuhan'ı hatırlarsınız, programda yarışmacıları bir kızgın tavanın üzerine oturtmadığı kalırdı. Kaderin garip bir cilvesi olarak beş-altı yıl önce de annesi Donatella ile bir röportaj yapmıştım. O hanımefendi kadından böyle bir cazgır nasıl çıktı diye düşünür dururdum. Meğer öyle değilmiş, iyi aşçılar hep faşizan yöntemlerle yetiştirilirmiş de ondanmış o çalım... "Bizim işlerde bu şok reaksiyonlar önemlidir" diye anlatmaya başlamıştı B.P....
"Mutfakta da aynı şeyi yaparız ki hiçbir zaman unutulmasın. Benim dönemimde ustalar kaşığı kızdırırlar, genç çırakların eline verirlerdi. Ya da tavayı çocuğun önüne koyarlardı 'tut şunu düşmesin' diye. Yanınca da usta derki 'işte o yanık senin madalyan, bir daha bilmediğin nesneleri tutmayacaksın'…"
Mart'ın iki bakkal amcası
Mart ayından, iki bakkal amca var aklımda kalan… İlkinin benimle bir ilgisi yok, o yine bir haber "nesnesi"… Adana'da Gülpınar Mahallesi'nde 17 yaşındaki B.A. evden kaçıyor… Birkaç gün aç biilaç sokaklarda dolanıyor, sonunda açlık canına tak ediyor, daha önce çalıştığı bir bakkalın penceresinden girip kaşar ekmekle karnını doyuruyor. Çıkarken de bir kilo kaşarı ve beş kutu kolayı beraberinde götürüyor. Bakkal amca durumu fark ediyor, B.A. yakalanıyor ve tam dokuz yıl hapis cezası alıyor.
Aynı günlerde bir başka "bakkal amca", Leyla ile Mecnun' dizisinin Cengiz Bozkurt'u, diğer meslektaşının aksine hayatımıza neşe saçıyor, gülmekten kırıp geçiriyor 74 milyon insanı. Tabii ki az önceki çocuğun dokuz yıl hapsi gerçek, bu tamamen hayal... Ve gönül ister ki hayal ile gerçek yer değiştirsin… Ama ne mümkün, gerçek her zaman gerçek maalesef.
Neden diye sormuşum bizim bakkal Cengiz Bozkurt'a, "Neden herkes bir anda kapıldı gitti oynadığın role, neticede biraz ucuz mahalle kahramanı?"… "Evet biraz kaypak, patavatsız, paragöz, kafada dolaşan tilkileri var. Ama öyle bir adam olsa da seyirciye ilginç ve sevimli geldi işte" demişti.
Diğer bakkalı bulup söyleşi yapamadım tabii. Bulsaydım, "Bir kilo kaşarı k..ına mı sokacaktın hayatım" diye soracaktım...
Onlar çoktan yurt dışına açıldılar
Popçularımız ve anlı şanlı artistlerimiz, Edirne'den çıkıp dünyaya açılmayı hayal ededursunlar, ben Nisan ayının ilk güneşli gününde, dört genç klasik müzik adamını bulup söyleşmişim bile. Borusan Quartet adları. O kadar değerliler ki, Fazıl Say kendileri için eser yazmış. Andante Müzik Ödülleri gecesinde "En İyi Oda Müziği Topluluğu" ödülünü almışlar ve iki yıldır tüm dünya da konserleri tıklım tıklım doluyor. İçlerinden Efdal Altun ise uluslararası bir virtüöz. Ama evveliyatında Levent Kırca ile stand-up yapmışlığı var. O zaman da çok başarılıymış. Büyük ihtimal iyi bir komedyen kazanacaktık ama bir müzik dehasını da kaybedecektik...
Oğlum bak git ve Masumiyet Müzesi...
Mayıs ayının iki büyük olayı vardı bana göre; Orhan Pamuk'un "Masumiyet Müzesi"ni açması ve kimin daha masum olduğu hâlâ anlaşılamayan şu "Oğlum bak git" olayı.
Gölcüklü temizlik işçisi Selçuk Kahraman'ın, 15-16 yaşında bir veletle yaptığı ağız dalaşı, internet denilen tek dişi kalmış canavar yüzünden adamcağızın hayatını mahvetti aslında. Selçuk abinin zorunlu sloganı; siyasilerin atışmalarına, dizilere, tişörtlerin üzerine taşındı, hatta filmi çekildi. Yavuz Seçkin başrolde oynadı. Filmciler adamcağıza (koftiden de olsa) ev hediye etmeyi teklif ettiler ama gariban Selçuk bunların hiç birinin tadını çıkaramadı. Çocuğu darp ettiği gerekçesiyle mahkemeye verildi ve üç yıl hapis cezası ile yargılanmaya başlayınca hayata küstü… Kısacası, 15 dakikalık şöhretin keyfine bile vardırmadık adamı.
Mayıs'ın ikinci olayı ise dediğim gibi ülkemizde "Masumiyet Müzesi"nin açılmış olması. Orhan Pamuk'la önce bunu konuşmuş ve ardından kitaba dair bir uzun söyleşi yapmıştık. O da bakın ne demişti; "Romanı yazdığınız zaman bilirsiniz ki okur sizlere şunu soracaktır; 'Orhan bey, siz bunları yaşadınız mı, uydurdunuz mu?' Siz 50 kere de söyleseniz, 'Hayır kardeşim bu bir roman, bir kısmını yaşamışım bir kısmını da hayal etmişim', o yine ısrarla işin aslını merak eder."
Peki, işin aslı nedir sevgili Pamuk? Kurgularımız mı daha gerçek, yoksa yaşamlarımız mı hayal ürünü olan?
Herkes aynı hayatta!
Gelelim Haziran günlerine… Rize'de Maksut Terzi adlı bir cep telefonu tamircisi, müşterisi B.B.'ye "Lan" dediği için 740 lira para cezasına çarptırılmış… Bunu pek komik bulmadıysanız alın size bomba gibi bir başka haber; Aydın'da ilaç içerek intihar girişiminde bulunan eşine kızan adam, "öyle intihar edilmez böyle edilir" deyip kalan ilaçları yutarak ölmek istemiş. "Hastaneye kaldırılan karı-koca müşahede altına alınırken, adamın durumunun ağır olduğu bildirildi" diyor gazete. Üstelik vatandaş Karadenizli bile değilmiş…
Bu arada sen ne yaptın derseniz, "Hakim Bey" adlı o müthiş şarkıyı söyleyen genç müzisyen, Mehmet Erdem'le konuşmuşum. "Hayatı boyunca tanınmak için her çabayı gösterip, sonra tanınmamak için kara gözlükler takan kişiye şöhret denirmiş biliyor musun abi" demiş o da...
Zaten insan kendisini önemli gibi biri görürse her şey biter. Albümün ilk şarkısı da öyle başlıyor zaten. "Herkes aynı hayatta, kendini bir şey sanma" diye…
Suç Temmuz'un değil Fatmagül'ün
Vatandaş Temmuz'da buram buram terlerken, spor medyası da her yıl olduğu gibi palavra transfer haberlerini ısıtıp ısıtıp önümüze koymuşlar. Ama en büyük bomba, Aziz Yıldırım'ın şike soruşturmasından tahliye edilip bütün suçun Fatmagül'de olduğunun anlaşılması olmuş. Bu arada Anayasa Mahkemesi, bedelli ve dövizli askerlikle ilgili düzenlemeleri içeren kanunun, başvuranların temel askerlik eğitiminden muaf tutulacaklarına ilişkin hükümlerini anayasaya aykırı bulmadı! İşin Türkçesi bu konuda yapılan iptal istemini reddedilmiş. Tabii bu arada Aziz Başkan, raporlu olmasına rağmen bir kez de bedellide şansını denemiş olmuş...
Bütün bunlar olup biterken ben Etiler'de eski bir dostun, önemli bir yazarın Ayşe Kulin'in evinde neskafemi içip onun yazarlık serüvenini dinlemişim. "Adı Aylin"in kim olduğunu öğrenmeye çalışırken bir bakmışım, dopdolu geçen koca bir ömrü konuşuyoruz...
Selli Millery'i nasıl bilirsin?
Kim bilir neler olmuştur Ağustos ayında ama ben yine eski bir dost Selim İleri ile yaptığım söyleşiyi hatırlamanızı istedim. Bakın neler sormuş, ne cevaplar almışım;
Türk yazarlardan hangileri etkiledi seni?
Çok yazar etkilemiştir beni. Tanpınar, Sait Faik, Sabahattin Ali, Behçet Necatigil, Oktay Rıfat …
Peki yabancı yazarlardan?
Anton Çehov, Virginia Wolf, Joseph Conrad. Daha çok İngiliz yazarları severim.
Peki, Selli Millery'i okudun mu hiç?
Sözün burasında durdum ve derin bir nefes aldım… Acaba bu kez de olacak mıydı, bu tuzağa bir kez daha düşecek miydi? Olayın geçmişini anlatmazsam az sonra okuyacaklarınızın tadı çıkmaz… Bundan yaklaşık altı yıl önce yine bir söyleşi yapmıştık Selim'le… Aynı soruyu sormuş ve şu yanıtı almıştım; "Vallahi ne yalan söyleyeyim okumadım!" Bunun üzerine yılık yılık gülmüş ve "Yahu Selli Millery, Selim İleri'nin İngilizce okunuşu" demiştim. Neyse aradan birkaç sene geçmiş, yine röportaj, aynı soru ve yine; "Vallahi okumadım" cevabı... Eh şimdi bu soruyu üçüncü kez sormayayım da n'apayım?
Evet Selim'cim, hiç Selli Millery'i okudun mu?
Yemezler artık! Bunu yutmam! Gelirken yolda bir kez daha soracağını düşündüm. Ama dürüstlüğüme bak, ilk seferinde "hiç duymadım bu adı" dedim. "Okudum" desem rezil olmuştum
Kıyamete beş kala
Yazarınız Arda'nın içine fenalık geldi ve 2012'nin diğer aylarını ve olaylarını kısa kesecek. Zaten yazmaya kalksak sayfalar yetmez… O bakımdan toparlıyoruz arkadaşlar.
Ekim ayında; Ahmet Özal yine ciddi ciddi "Babam öldürüldü" diye feryat ederken, ben Polat Alemdar'la röportaja gitmişim. Odasına girdiğim zaman, o bildiğimiz dekorda, aynı masanın karşısında oturan Necati Şaşmaz ile karşılaşınca şaşırdığımı hatırlıyorum. Aynısının tıpkısı ama biraz konuşunca o sert bakışların, gülümseyebildiğini görmek hoş bir deneyim…
Sonra efendim, dolgun kalçalarıyla Jennifer Lopez'in ülkemize ilk gelişini yaşamışız ulusça. Aynı günlerde Aydın'da kahvelerde, belli bir yaşın üzerindeki müdavimlere, kemik erimesi riskine karşı süt dağıtılmaya başlanmış! (Buradaki kalça ve süt arasında bağlantı yaparsanız kırılırım.) Ve Aralık… Gençliğimizin sitar üstadı Ravi Shankar'ın öldüğünü duydum az önce… John Lennon'ın da başı sağ olsun diyeceğim ama o da rahmetli oldu… Eh, zaten ayın 21'inde dünya da batacak ve nasıl olsa hepimiz toparlanıp gideceğiz öte tarafa...
Yok, ama kıyamet kopmaz da, 22 Aralık'ı görürsek, yine başlarız bir tarafından hayırlısıyla... Zaten bu sayıyı, bu yazıyı okuyorsanız da yırttık demektir!