Seyahatimizin dördüncü günü kentten ayrılıp patika yollardan dağlara doğru yol alıyoruz. Yüksek irtifanın soluk alıp vermeyi zorlaştırdığını bilirdim ama uykuya bir etkisi olduğunu bilmezdim.
Onca yorgunluğa rağmen büyük ölçüde uykusuz geçen bir geceden sonra sabah beşte uyanıyoruz. Odada giyinirken ağzımızdan buharlar yükseliyor. Az sonra aşağıda toplanmış olacağız.
Bir saati aşan bir tırmanıştan sonra Pooni tepesine varmayı hedefliyoruz. Buranın, güneşin doğuşunu ve dağların doruklarına düşen ilk ışıkları izlemek için en uygun nokta olduğunu söylüyor rehberimiz Dev. Sabahın kesici ayazında köyü boydan boya kat edip bizi Pooni tepesine götürecek dik patikaya ulaşıyoruz.
Ay ışığı havayı biraz olsun aydınlatıyor. Biz köyden geçerken diğer evlerin kapıları da birer birer açılıyor ve siyah gölgeler süzülüyor dışarı. Belli ki güneşin ilk ışıklarını yakalamak isteyen yalnızca biz değiliz. 2 bin 800 metre yüksekliğindeki Gorephani köyünden 3 bin 200 metreye ulaşmak için körlemesine adımlıyoruz dik bayırı. Gizli bir tarikatın, ayine giden üyeleri gibiyiz.
Elli kadar gölge hiç konuşmaksızın ayin alanına doğru ilerliyor sanki. Kimilerinde el ya da alın feneri var ama çoğu karanlıkta. Rakım yükseldikçe nefes almak iyice zorlaşıyor. Sık sık birer dakikalık molalar veriyoruz. Neyse ki sırt çantalarımız yok yanımızda. Onları otelde bıraktık. Pooni tepesine vardığımızda rakımı gösteren bir pano karşılıyor bizi. Az ötedeyse bir tür yangın kulesi görünüyor. 3200 metreye çıktıktan sonra beş on metre daha yükseğe çıkma fikri gülünç gelse de hepimiz bir kez tırmanıyoruz kuleye.
Kuş tüyü anoraklarımıza rağmen yürümeye son verdiğimizden beri soğuğa karşı durabilmek için sürekli hareket halindeyiz. Kimileri olduğu yerde zıplıyor, kimileri ilkokuldaki jimnastik derslerini hatırlatırcasına ellerini kollarını sallayıp duruyor. Güneşin az sonra kendini göstereceği tepenin ardında ufuk kızardıkça kızarıyor. Ve bir anda güneş bir alev topu gibi tepelerin ardından kendini gösteriyor. Muhteşem bir görsel şölen bu! Hepimiz nereye bakacağımızın şaşkınlığı içindeyiz.
Güneş yükseldikçe gök yüzü renkten renge bürünüyor. Ama arkamızı dönüp dağlara bakınca da dorukların bir tür dev pamuk helvaya dönüştüğüne şahit oluyoruz. O an hiç kimse üşümeyi düşünmüyor. Ulvi bir sükûnetle dağların doruklarına dalıp gidenler mi istersiniz, birbirine sarılmış çiftler mi istersiniz, benim gibi donmuş parmaklarla fotoğraf çekmeye çalışanlar mı…
Yarım saat kadar sürüyor bu görkemli şov. Saat 07.00'yi gösterirken küçük gruplar halinde otellere doğru geri dönüş başlıyor. Yerlerde kar yok ama çığ ve buzlanma inişi çok zorlaştırıyor. Kayıp düşmemek için çok dikkat ediyoruz. Yarım saat sonra otelimizde sıcak çayla içimizi biraz olsun ısıtmaya çalışırken tatsız bir haber yayılıyor grubun arasında.
Altmışlı yaşlarda bir kadın bizim hemen arkamızdan düşüp bacağını kırmış. Ciddi bir durum olsa gerek, çünkü az sonra kurtarma helikopterinin takırtıları duyuluyor. Kahvaltımızı edip, eşyalarımızı topladıktan sonra saat 09.00 dolaylarında yine yola koyuluyoruz. Rotamız yine yokuş yukarı. Pooni tepesinden geri dönerken 400 metre aşağı inmiştik. Oysa şimdi ilk molamızı verirken yine 3000 metredeyiz ve uzaktan Pooni tepesinde tırmandığımız yangın kulesi ve muhteşem dağlar görünüyor. Yolun bundan sonrası inişli çıkışlı geçecek. Saat 13.45'te bir kes daha konaklıyoruz. Son moladan bu yana yolumuz çoğunlukla yokuş aşağı gittiği için bir hayli mesafe kat edebildik. Yine de kısa bir soluklanmadan sonra öğlen yemeğini yiyeceğimiz küçük restorana kadar ilerledik. Tekrar 2600 metre dolaylarında olduğumuzu hesaplıyor Dev. Yemekten sonra derin bir vadinin yamaçlarında ilerliyoruz.
Aşağımızdaki ırmak yer yer şelaleler oluşturuyor. Üç saatlik daha yolumuz var bu gün için. Sabah 05.00'te kalkıp güneşim ilk ışınlarını yakalamak için yollara düşmüştük. Avustralyalı yol arkadaşımız Lesley'i kalacağı otele bırakıp bir saat daha yürüdükten sonra kalacağımız köye varıyoruz. Daha doğrusu bu yerin haritada bir adı olduğu için ben bir köy olacağını düşünmüştüm. (Ghurjung Köyü, Chuile Mevkii) Oysa geldiğimiz yer, dev dağların arasına sıkışmış bir vadiye bakan bir pansiyon.
Issızlık sözcüğü burası için yaratılmış olsa gerek. Bizden başka Çinli bir kız daha kalıyor görebildiğimiz kadarıyla. O da yalnızca kendiyle meşgul. Selamımıza bile doğru dürüst bir karşılık alamıyoruz. Rehberimiz Dev ilerideki 7000 metrelik dağı göstererek, "Machapuchare bu dağın adı,"diye anlatmaya koyuluyor. "Zirveye ulaşmaya çalışırken çok sayıda dağcı hayatını kaybettiği için tırmanmak bir süre önce yasaklandı." Biz yemek yenen odadan bir kat yukarıda yatacağımız odaya nasıl ulaşacağımızı düşündüğümüzden, ölmüş dağcılara üzülmekle birlikte bu sorunun şimdilik bizden bir hayli uzak olduğunu düşünüyoruz.
Akşam saat 6 dolaylarında her zaman olduğu gibi körili pilav ya da noddle'dan oluşan yemeğimizi yiyip odamıza çekilirken Alice'in yüzü gökyüzüne çevriliyor. Ay tepelerin ardına saklanmış olduğundan bulutsuz ve zifiri karanlık gökyüzü o güne kadar gördüğümüz en muhteşem yıldız haritasını seriyor önümüze.