'Nesneler ve Zanaatkarlar' seminerinin moderatörü Ferda Kolatan bienalin daha çok şehir üzerine olduğunu vurguluyor. Tasarımda çeşitlilik yaratmanın tek yolunun zanaati dijital teknolojilerle birleştirmekten geçtiğinin altını çizen Kolatan, İstanbul'daki Avrupa'dan gelen etkileşimlerle ortaya çıkmış mimariyi enteresan bulurken modern mimariyi şöyle eleştiriyor: "Kalite yok ve hepsi aynı kalıptan çıkmış gibi."
Gezme şansım oldu. Çok enteresan buldum. Bienalde sergilenen eserler ölçek, madde ve konsept açısından çeşitlilik gösteriyor, küratörler bu açıdan çok güzel bir iş çıkarmışlar. Sergi ağırlıklı olarak şehir üzerine. Emre Arolat ve takımı, tasarımın ve şehrin geleceği açısından önemli sorular soruyorlar. Yerele karşı global, politik olana karşı girişimci olan, toplumsala karşı bireysel, tarihe karşı modern gibi görünürde çelişkili pek çok konunun irdelendiğini bienali gezerken gördüm. Bu tarz çelişkiler gerek çağdaş kültürel koşullarımızı anlamak gerekse gelecekle ilgili alternatif senaryolar kurmak açısından gerekli.
Dünyadaki diğer tasarım ve mimarlık bienalleri arasında kendine yer bulabilecek mi?Yüzde yüz yer bulabilecek. İstanbul, dünyanın dört beş şehrinin içinde bence. Hem kültür hem tarih açısından çok zengin, enterasan bir tasarım bienali çıkartmak için ideal bir yer. Tabi dünyanın başka tanınmış tasarım bienallerinden, örneğin Venedik'e bakarsak onlar çok uzun zamandır yaptıkları için temaları, boyutları ve gelen konukları daha farklı. İstanbul'un da ilerlemesi, dünyaya açılması lazım.
10 yaşında mimar olmaya karar verdim. Çünkü babam da mimardı. Çizgi yapmasını çok severdim. Başta tasarımcı olmak istiyordum, arabalar çiziyordum. Biraz daha büyüyünce mimarlığa ağırlık verdim. Hiçbir zaman başka bir şey olmayı düşünmedim.
New York Museum Of Modern Art, Vitra Design Museum gibi çok önemli müzelerde sergileriniz oldu. Daha önce Türkiye'de bir sergi düşündünüz mü?
Düşündüm ve çok istedim ama ilk defa bu sene kısmet olabildi. İstanbul'da böyle bir organizasyonda eserlerimi gösterebilmek çok gurur verici. Her zaman çok istediğim bir şeydi, tabi tamamen bana kalmış bir şey değildi. Bu bienalin briefini okuduğumda Emre Arolat'ın yazdıkları bana çok ilginç geldi ve 'tamam buna ben başlayayım' dedim. Bizim büroda varolan bir projeyi sergilemek yerine, İstanbul'daki bienal için ne yapalım diye oturduk ve bu projeyi çıkardık. Bütün bir yaz, en az üç dört ay çalıştık. Büroda yaptığımız diğer işlerle de bağlantılı ama sıfırdan yapılmış tasarımlar.
Tasarım bienalinde moderatörlüğünü üstlendiğiniz seminer konusundan hareketle bir kaç soru sormak istiyorum. Sizce zanaatkarlar dijital çağda nereye yerleşiyor?
Çok enteresan bir gelişme var. Zanaat dijital çağda tekrardan çok büyük önem kazanmaya başladı. Bunun nedeni de dijital teknolojilerin giderek daha homojen ve daha çok birbirine benzeyen objeler ve sonuçlar çıkartmaya başlaması. Yani dijital sanat çok daha fazla çeşitlilik yaratacağına giderek homojen bir sonuca doğru ilerliyor. Çünkü herkes aynı yazılımı, aynı teknolojiyi ve aynı tekniği kullanıyor. Zanaatin her zaman özel olan yanı şuydu. Zanaat bir bireyin kendi becerilerine bağlı olan bir şeydi ve o zanaatkarın yörel çevresinden aldığı etkileşimlere bağlıydı. Benim yapmaya çalıştığım şey zanaat kavramını dijital çağa tanıştırmak ve dijital teknikleri bireyselleştirerek tekrar sanatçıya özel hale getirmek. Bence tasarımda çeşitlilik yaratmanın tek yolu zanaati sürecin içine yeniden katmak.
Tasarımcı ne kadar zanaatkardır?
Genel anlamda zanaatten uzaklaşıyoruz ve bu bir kayıp. Hala zanaatle uğraşan insanlar var ama onlar da dijital alanda çalışma yapmıyorlar. Nasıl çağdaş ve modern olabilir, aynı zamanda da zanaat çerçevesinde çalışabiliriz. Benim için soru bu ama bazı insanlar bu soruyu gerici olarak nitelendiriyor. Bir tarafta kendini yenileme problemi var, çünkü teknoloji bizler için mühim ve onunla çalışmamız lazım. Diğeri de bütün fikirlerin teknolojinin içinden çıkacağına inanıyor. Bence bu insanların projeleri hafif kalıyor. İçinde bir ağırlık, uzun zamanda gelişmiş değerler yok. Tasarımın ve mimarinin geleceği bu ikisini ortak bir noktada buluşturmamıza bağlı. Hem bireysel hem son derece beceriye dayalı zanaat kültürünü dijital teknikler ve materyallerle birleştirirsek o zaman özel bir şeyler yaratabiliriz. Ben bütün projelerimi kendi elimle yapmış gibi düşünüyorum. Kendi hislerim ve düşündüklerim bu projenin içinde. İnsanlar zannediyor ki bir düğmeye basıyorsun ortaya çıkıyor. Halbuki her bir esere yüzlerce saat ayrılıyor. Biz jeneratif tekniklerle çalışıyoruz. Bilgisayarın içindeki sistem kendi kendine de bir şeyler yaratıyor. Bazı şeyleri biz yapıyoruz bazı şeyler de bilgisayardaki loji ile büyümeye başlıyor. Bunu anlatınca insanlar enterasan buluyorlar.
Tasarımcıların günlük hayatımıza sunduğu nesnelerin aynı anda binlerce hatta milyonlarca insanla buluşması bu nesnelerle insan arasındaki aidiyet duygusunu nasıl etkiler?
Bugün son yüz yıla kıyasla önümüzde büyük bir olanak var. Son yüz yıl toplu üretim çağıydı. Şimdi toplu bireyselleştirme çağındayız. Eskiden ya zanaatkardın ve çok az obje üretebilirdin, ya da milyonlar için toplu üretim yapardın. Fakat bugün milyonlar için bireysel ürünler yapma teknolojisi ve imkanı doğdu. İşte bu nedenle zanaatı üretim sürecinin içine geri getirmemiz gerekiyor. Ancak bu şekilde bu toplu bireyselleştirme sürecinden tam randıman almamız mümkün olabilecek. Örneğin üç boyutlu baskı tekniği sayesinde ki benim çok kullandığım bir teknik. Bienaldeki işlerimde de bu tekniği kullandım. Her model birbirinden farklı fakat aynı teknolojiyle üretiliyor. Eskiden fabrikalar ve belli makineler vardı ve tasarladıkların bu makinelerde bir milyon kez basılırdı. Ama yeni makinaların prensipleri çok farklı. Şimdiki makineler bir milyon tane değişik parçayı aynı süre içerisinde ve aynı fiyata üretebiliyor. Örneğin birkaç sene sonra kişiler internete girip kendi kitaplığını kendi tasarlayabilecek.
Tasarımdaki ilham kaynaklarınız nelerdir?
Ben yapay ve doğal unsurların birbiriyle buluşmasıyla ilgileniyorum. Teknoloji ve doğa arasındaki ayrımın gerçek olmayan bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Teknoloji ilerledikçe teknoloji ve doğanın arasındaki bağ da giderek bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Doğaya baktığım zaman doğada birbirini tamamlayan form ve biçimlerden ilham aldığım zaman o formları teknolojiyle nasıl tekrar yaratabileceğimi düşünüyorum. Bienal için dizayn edilen heykellerin ya da objelerin üzerinde kaligrafiden alınmış formlar, doğadan alınmış mercan ve modadan alınmış kaftan unsurları var. Hepsini bilgisayarın içinde birbirine katarak yeni bir form çıkarıyoruz. Özellikle doğa benim için çok enteresan. Fon, renk ve materyal doğada birbirini çok iyi tamamlıyor. Kendi projelerimizde de bu bütünü yakalamaya çalışıyoruz. Mesela bienaldeki eserlerimi eski zamanların süslü korselerine benzetiyorlar. Kimi kaftana benzetiyor. Zaten amaç da baktığın zaman ne olduğunu anlamasan da bir takım çağrışımlar yapması. Bazıları gelip bu ne diye soruyor ama bir şey değil, birçok şey. Kimine göre bir uzay gemisi, kimine göre bir elbise…
İstanbulda'ki mimari değişimi takip edebiliyor musunuz? Ulusal mimarinin Toki yani devlet tarafından şekillendirilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok üzücü. Çok yabancılaştıran bir süreç. Çünkü binaların bulundukları yerin tarihine, insanlarına veya doğasına dair hiçbir anlamları ve ilişkileri yok. Aynı zamanda daha iyi bir yaşam ve daha çağdaş bir standart da yaratmıyorlar. Böylece geri alınamayacak anlamsız eserler olarak ortaya çıkıyorlar. Başka bir problem de ölçek. Şehrin geri kalanına göre hepsi fazla büyük. Herhangi bir yerdeki mimarinin bulunduğu yerin kültürünün yansıması olması gerekir. Modernizmin problemi yerel şartları ve koşulları hiç göze almamasıydı. Modernizm universal bir stil olabilirmiş ilizyonunu yarattı. Bugün gördüğümüz yerel koşullara ölçek olarak aykırı binaların yaratılmasını aslında modernizm kabul edilebilir hale getirdi.
Türkiye'de kentsel dönüşüm başladı? Depreme dayanıklı olmayan evlerin yıkılıp yerine çok katlı yeni binaların yapılması bir dönüşüm müdür?
Büyük kentlerin bazı gerçekleri var. Bu kentler hızla büyüyor. Bir şekilde çağdaşlaşmaları ve sürekli yeni gelen insanlara yaşanacak yerler bulunması gerekiyor. Dünün şehrini koruyabileceğimizi ve dünün şehrinin bugünün ihtiyaçlarına cevap verebileceğini düşünmek safça olur. Ama esas olan burada kentsel dönüşüm ya da yenilenmeyi nasıl yaptığımız. Hangi mahalleleri korumamız lazım. Yenileştirdiğimiz zaman bunu ne boyutlarda yapmamız lazım. Ben bu yenilenmenin yapılırken İstanbul için önemli olan karakter özelliklerinin korunabileceğine inanıyorum. İstanbul'un bugünkü realitesi çok farklı. Çok büyüdü ve büyüyecek. İstanbul yaşayan bir şehir. Yine de İstanbul'un bazı bölgeleri çok karakteristiktir. Korumak lazım.
Geleneği bu kadar güçlü olan bir ülkenin tasarımda dünyada bu kadar arka planda olmasını neye bağlıyorsunuz? Bu anlamda bildiğim kadarıyla İran bizden oldukça ileride. Tasarım ve mimarinin gelenekten yani Osmanlı ve Selçuk'tan beslenmemesi bir eksiklik mi?
İstanbul'un sahip olduğu tasarım geçmişi ve zenginliği başka hiçbir yerde yok. Tarih boyunca burada çok çeşitli kültürel etkileşimler oldu. İstanbul izole bir kültürel ada değildi. Her zaman birçok kültürün bir araya geldiği ve etkileşimde bulunduğu bir yerdi. Benim için kendi işlerimde bu çok ilham verici. Buradaki tasarım kültürü İstanbul'a özel. Hem cosmopolitan hem spesifik. Mesela tarihçiler her zaman tasarımda saf akımlarla ilgilenirler. Ama benim İstanbul'da ilgimi çeken şey saf olmayışı. Örneğin rokoko stilinde yapılmış camiler. Mesela Tophane'deki Nusretiye Camii ve Bebek'teki Mısır konsolosluğu binasını çok seviyorum. Avrupa'dan gelen etkileşimlerle ortaya çıkmış bu mimariyi çok enteresan buluyorum. Bu yeni yapılanmada gördüğümüz binalarda kalite yok ve hepsi aynı kalıptan çıkmış gibi.
Sizin Dervish Tower isimli projenizde bu topraklardan esinlendiğinizi görüyoruz? Önümüzdeki yıllarda esinleneceğiniz başkaca yerel unsurlar olabilir mi?
Bir sema gösterisini sırasında dervişlerin üzerindeki kumaşın dönerken yarattığı formlardan çok etkilendim. Ruhani deneyimin fiziksel dünyaya çevrilmesinin çok enteresan bir yansımasıydı. Bu gökdelenin yüzeyi üzerinde çalışırken birden o kumaşın hareketini hatırladım. Ve binanın yüzeyinde onu andıracak bir nitelik yaratmak istedim. Derviş Tower'ın ilhamı buydu. Binanın yüzeyine ne açıdan bakarsanız bakın bir hareket vardır ve her açıdan değişik görünür tıpkı o hareket halindeki kumaş gibi. Ebru sanatıyla çok ilgileniyorum. Çünkü akışlarla ve formlarla çok dinamik. Benim yaratmaya çalıştığım mimari de içinde çok dinamizm ve akıcı formları bulunduran mimari. Dervişlerin dönerken yarattığı dinamizm gibi ebru sanatında da aynı dinamizm var. Bizim çağdaş dijital tekniklerle yarattığımız formlar ebru sanatında ki formları çok andırıyorlar. Dolayısıyla aralarında doğal bir ilişki görüyorum. Ebru tam bir zanaat. Yüzyıllar içinde mükemmelleştirilmiş ve ustalardan çıraklara geçmiş. Ve orada da bu zanaatı dijital dünyayla nasıl birleştirebiliriz, ondan nasıl ilham alabiliriz diye çalışmalar yapıyorum. Bizim bilgisayarda çalışarak çıkardığımız formların ebru sanatı ile ortaya çıkmış formlarla benzerliğini görmek beni çok mutlu etti. Ama ilk gördüğümde çok şaşırmıştım.
Peki tasarımın globalleşmesi, yerel olanın gözardı edilmesini beraberinde getiriyor mu yoksa yerel olanı evrenselleştiriyor mu?
Yerel olan tehdit altında. Globalleştiğini değil yok olmaya başladığını düşünüyorum. Global olan yüzyıllık modernist bir dogmanın sonucu. Modernizm zaten bütün dünyayı eşitlendirmek fikrinden doğdu. Sosyal ve politik olarak bu harika bir fikir ama kültürel olarak felaket. Soru şu; giderek daha da globalleşen bir dünyada yöresel ve kültürel çeşitliliği nasıl koruyabiliriz. Bende cevabı var mı bilmiyorum. Zanaatı tasarım sürecine sokmanın cevaplardan biri olduğunu düşünüyorum. Çağdaş işlerin illa global olması gerekmiyor. Bir şeyin çağdaş olması için dünyanın her yerinde aynı tepkiyi yaratması ve kabul görmesi gerekmez. Bu modern dogmadır. Ama bu fikirden kurtulmamız lazım. Bu yerel ve global problemiyle başa çıkmanın en önemli yollarından biri de yerelin kültürel ve tarihi anlamda ne demek olduğunu anlamak. Yerel olan globali zaten ilgilendirir. Çünkü globali global yapan çeşitliliğidir. Yani globali yaratmak için local çeşitliliği indirgemek yerine localin özelliklerini iyice belirginleştirmemiz lazım ki global kültür de daha fazla çeşitlilik kazansın.
Eğer dünyada mimari bir devrim yapma şansınız olsa nereden başlardınız?
Ben devrimden çok evrime inanıyorum. Devrim var olanın tamamen tersine çevrilmesi fikrine dayanır, halbuki evrim var olanın bazı vasıflarını korur, bazılarından vazgeçer, bazılarını ise geliştirir. Hem mimarinin hem tasarımın uzun ve harikulade karmaşık tarihleri bizi çeşitli insanlar, kültürler ve zamanlar hakkında aydınlatır. Bu nedenle çağdaş tasarım ürünlerini bu tarihi bağlam içerisinde anlamak ve değerlendirmek çok önemli. Fakat süregelmesi gereken bu evrim bugün bağlamını, ölçeğini, özgünlügünü yitirmiş kültürel üretim tarafından tehdit altında. Belirli bir referans noktası olmayan tasarım köklerini ve dolayısıyla bizim kendisiyle ilişki kurmak ve anlamak için ihtiyaç duyduğumuz bağlantılarını kaybediyor. Tarih, ölçek, madde, coğrafya veya estetik açıdan referans noktası olmayan bir tasarım özgünlüğünü ve dolayısıyla anlamını kaybeder. İyi tasarım bu referans noktalarını yakalayan, içinde yaşadığımız zamana aktarabilen ve bunu yaparken de yeni bir anlam kazandırabilen tasarımdır, yani ne geriye yönelik veya "tarihi" ne de kopuk veya "gelecekçi". Benim "tasarım evrimim" iste bu noktaya yönelik olur. Bugünün gelişmiş teknolojilerini ve becerilerini sadece daha iyi performans gösteren tasarım için değil, aynı zamanda tasarımın ve mimarinin geleneksel olarak kullanıcı ile kurduğu o özel ilişkiyi onarmak için nasıl kullanabiliriz?
MERVE HIZAL