İnsanlar gibi, toplumlar gibi senelerin de bir karakteri vardır. Hele Türkiye gibi zor bir coğrafyada ağır bir siyasi mirasa sahip, toplumsal olarak tam bütünleşmemiş bir ülkede yaşıyorsanız, bu karakter daha baskın hale gelir. Bir de söz konusu sene, 2012 örneğinde olduğu gibi yoğun bir değişim sürecinin merkezinde yer alıyorsa, baskınlık daha da belirginleşir. 2007'yi düşünün. Hrant Dink cinayeti, misyoner katliamı, cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan muhtırası, 367 krizi, erken seçimler ve AK Parti'ye açılan kapatma davası… Böyle yılı sıradan bir yıl olarak anmak mümkün müdür?
2012'yi deviriyoruz. Geriye dönüp bakıldığında, özellikle siyasi açıdan yine özgül ağırlığı yüksek bir 12 ayla karşı karşıya olduğumuz derhal fark edilecektir. 2012 iktidar çatışmaları ve otoriterleşme tartışmalarının önde olduğu, değişim sürecinin yavaşladığı bir yıl olarak karşımızdadır. Bu çerçevede belirleyici üç hususun ya da gelişmenin altını çizmek gerekir.
Tam alan hakimiyeti ve tasfiyeler
Bunlardan birincisi, eski rejim aktörleriyle yeni aktörler arasındaki değişim ve iktidar mücadelesinde gelinen kritik aşamadır. Bu aşamada yeni seçkinler, siyasi alanı önemli ölçüde denetim altına almış ve eski aktörlerin hareket alanını gerçek anlamda daraltmıştır. Bir yanda yargı öte yanda askeri alandaki tasfiye hamleleri bu açıdan önemlidir. Öncelikle savcı ve hakimlere ilişkin tayin ve atama kararnamesiyle, değişim sürecine yargı mekanizmasını siyasallaştırarak direnen ya da bu süreci yönlendirmeye soyunan aktörlere bir tür neşter atılmıştır. Benzer bir şekilde Yüksek Askeri Şura'da da aynı yol izlenmiş, Balyoz davasında tutuklu bulunan generallerden süresi dolanların hemen tümü emekliye sevk edilmiştir. Çeşitli darbe girişimlerine karışmış ya da iktidara karşı yıpratma faaliyetlerine girişimlerine katılmış 50'ye generalin emekli edilmesi orduda önemli bir tasfiye adımı olmuştur. Bu tabloya, 2003 darbe planının yargılandığı Balyoz davasında ilk mahkemenin verdiği mahkûmiyetleri de eklersek, tasfiyenin pekiştiğini söyleyebiliriz.
Devlet ve ittifak krizi
İkincisi gelişme MİT krizi ve bu krizin gönderme yaptığı diğer gelişmelerdir. 7 Şubat darbesi olarak da anılan bu kriz, "devlet ya da yönetim krizi" olarak tanımlanması gereken bir gelişmedir. MİT Müsteşarının, bu teşkilatın Başbakan'ın talimatları çerçevesinde izlediği politika ya da yürüttüğü faaliyetlerin yargı kurumu tarafından "suç" muamelesi yapılarak takip altına alınmasını tanımlamak için devlet krizi gerçekten de en uygun tabirdir. Nitekim krizin temelinde devletin bir organının diğer bir organının alanına girmesi yatmaktadır. Yargı kurumunu kendi sınırlarını aşması, siyasi alana, yürütmenin alanına girmesi ve siyaseti etkilemeye ve denetlemeye soyunmasıyla patlamıştır. Bu krizi takiben, bizzat AK Parti döneminde kurulan, özel yetkili savcılık ve mahkemelerin yetkilerinin kaldırılması değişim süreciyle ilgili önemli bir siyasi tashih olmuştur. Bu krizi sadece bir devlet krizi kadar bir yönetim krizi olarak değerlendirmekte de fayda vardır. Zira yaşanan aynı zamanda, yargı ve emniyet içinde güçlü, otonom hareket etme eğilimdeki bir yapılanmayla siyasi iktidar arasındaki belli konulardaki ayrışmanın ve çatışmanın da bir sonucudur. Bu anlamda bakıldığında 2007 yılından sonra iktidar ve cemaat arasındaki oluşan köklü ittifak da 2012'de yaşanan krizle ana hatlarıyla sona ermiş bulunmaktadır. İttifakın sona erişi kadar, üstü örtülü bir rekabetin başlaması 2012 yılının önemli bir verisidir. Zira 2012 kriz sarsıntı kadar, hükümetin yargı ve emniyet alanını yeniden yapılandırması, gücünü konsolide etmesinin yılı olmuştur.
Otoriterleşme ve Kürt sorunu
2012 yılını belirleyen diğer husus Kürt sorunu ve Kürt politikası etrafında yaşanan gelişmeler ve bunun siyasal atmosfer üzerine yaptığı etkilerdir. 2012 yılı, siyasi iktidarın "demokratik açılım hamleleri" ve "güvenlikçi politikalar" balansında, ikincisine açık ara ağırlık vermesiyle seyretmiştir. Terör saldırıları, Kürt siyasi hareketinin meydan okuyucu alan genişletme hamleleri bu değişiklikte önemli bir etkendir. Ancak derindeki asıl neden, siyasi iktidarın siyaset anlayışının yarattığı sorunlar ile bu Kürt meselesine yönelik kullandığı modelin başarısızlığıdır.
AK Parti iktidarının siyasi anlayışı patriarkal bir anlayıştır. Bu anlayışta siyasi karar, toplumsal ve siyasi taleplerle etkileşim içinde alınmaz, tersine siyasi iktidarın arzı ve takdiri çerçevesinde şekillenir. Patriarkal anlayışın başarılı olduğu yerler, doğal olarak açık bir karşı duruşun ve yüksek sesli taleplerin olmadığı hizmet alanlarıdır. Sağlık, ulaştırma, hatta ekonomi ve dış politika bunlar arasında yer almaktadır. Buna karşın talep ve tarafların olduğu, hatta tarafların dikkate alınmak için mücadele ettikleri Kürt sorunu gibi meseleler, takdir ve arz yoluyla ya da hizmet politikalarıyla çözüme ulaşması zor konulardır. Buralarda diyalog ve etkileşim gereği "katılımcı ve müzakereci" siyasi anlayışı zorunlu kılmaktadır. AK Parti bu nedenlerle Kürt meselesinde istediği sonucu alamamış, bunun sonucu olarak siyasi cihazların önemine olan inancını kaybetmeye başlamıştır. Ve bu çerçevede güvenlikçi ve dolayısıyla otoriter bir yöne doğru hareket etmiştir. Bu eksen değişikliğinin etkisi KCK operasyonlarının çapının işaret ettiği gibi tüm Kürt alanını kaplarken, basının oto sansüre davet edilmesi, Kürt meselesine değen düşünce faaliyetlerinin dahi asayiş nesnesi kılmış, bu siyasi atmosferi germiş ve demokratik ortamı geriletmiş, demokratik değişim sürecini yavaşlatmıştır. İç siyasi alanda serencamı budur 2012'nin, Bakalım 2013 nelere gebe?