Türkiye ne zamandır yakın tarihindeki katliamları ve müdahaleleri "derin devlet" kavramı ekseninde tartışıyor. Yeni çıkan "Osmanlı'nın Son Savaşı" kitabınızda bu saptamayı 100 yıl öncesine taşıyarak, Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na girişini bir derin devlet operasyonu olarak niteliyorsunuz.
Tarihin böylesi güncel bir kavram ekseninde yargılanması bilimsel mi?
Buna karar vermek için "derin devlet" kavramının anlamını hatırlayalım: Derin devlet, devletin meşru karar organlarından gizli çalışan ve onu manipüle eden, bunu yapabilecek güç ve etkinliğe sahip bir mekanizmayı ifade ediyor. Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenişinin doğru bilgisi, tipik bir derin devlet operasyonu karşısında olduğumuzu gösteriyor. Gerçeklik böyleyse, tarih yazıcısına düşen sorumluluk da bunun adını doğru koymaktır. Aksi yaklaşım, derin devlet zihniyetini tarih yazımı aracılığıyla meşrulaştırmak, süreğenleştirmek olur. Oysa "İttifak antlaşması Meclis'e getirilmiş olsaydı büyük gürültüler çıkabilirdi" diyerek gizlemeden doğal bir şey gibi söz eden tarih yazıcılarıyla karşılaşabiliyoruz.
Peki, o zaman tarihsel gerçekliğe gelelim; nasıl bir derin devlet operasyonu karşısındayız?
Osmanlı'nın, hükümetinin, meclisinin, devlet başkanı olan padişahının, hatta genelkurmaydaki Osmanlı subaylarının haberi olmadan savaşa girdiğini söylemek yeterli yanıt olacaktır. Almanya ile yapılan 2 Ağustos savaş antlaşması, Goeben ve Breslau adlı Alman savaş gemilerinin uluslararası hukukun hilafına Osmanlı karasularına alınması, savaşa katılma taahhüdü ile 5 milyon altın borçlanma anlaşmasının yapılması ve nihayet 29 Ekim 1914'te Rusya limanlarının bombalanması gibi kararların tümü Osmanlı Hükümeti'nin, meclisinin, padişahının bilgisi olmadan gerçekleştirilmiştir. Muhalif gazetecilerin faili meçhul yapılmasıyla başlayıp 23 Ocak 1913 darbesiyle kurumlaşan, hükümetten gizli ve kaynağı belirsiz bir şekilde Teşkilat-ı Mahsusa'yı kurup ona hem içeride hem de komşu ülkelerde operasyonlar yaptıran bir güçten söz ediyoruz. Hepsi de inanılmaz geliyor ama Osmanlı Hükümeti savaşa girdiğini, limanları durup dururken bombalanan Rusya'nın notası ile öğreniyor. Dönemin başbakanı gidip Enver'e, Talat'a, "Ne bu?" diye sorduğunda "Vallahi billahi bizim haberimiz yok!" diyorlar.
Kim bu derin devlet?
İttihat ve Terakki'nin muktedirleri. Enver ve Talat başta olmak üzere etraflarını saran Turancı güç bloğu. Meclis Başkanı Halil Bey, bazen Cemal Paşa, başta Ziya Gökalp olmak üzere Turancı ideologlar, İttihat ve Terakki'nin Genel Merkez üyeleri, Teşkilat-ı Mahsusa yöneticileri… Tabii tüm oldubittilerin Enver Paşa'dan sonra değişmez karar vericisi Alman Büyükelçisi Wangenheim'i de unutmamak gerek. "Söz konusu vatansa gerisi teferruattır" zihniyetiyle yaptıklarını meşrulaştıran ve meşru karar organlarından gizli aldıkları kararlarını ülkeye dayatabilecek güç sahibi olanlar… Düşünebiliyor musunuz; Enver, Talat, Cemal ve Halil Bey Alman büyükelçisiyle 5 milyon liralık bir kredi karşılığında Osmanlı donanmasını Rusya'ya saldırtarak savaşa başlamak üzere gizli anlaşması yapabiliyorlar. Önce bu taahhüdü hükümet kararı haline getirmeye çalışıyorlar. Ancak hükümetin çoğunluğu savaşa girmeyi reddediyor. Bunun üzerine ondan habersiz ve ona rağmen, Osmanlı donanma komutanı Alman Amiral Souchon'a, "Rus donanmasını, nerede bulursanız, ilan-ı harp etmeden ona hücum ediniz" diye yazılı emir veriyorlar.
Bütün bunların gerçekten de iyi niyetle, vatandan yana bir saflıkla yapılmış olma olasılığı yok mu?
Böyle yorum yapanlar var tabii. Ama durum bundan çok daha vahimdir. Örneğin milliyetçi-muhafazakâr kimliği belirgin, üstelik dönem içinde
Genelkurmay'da İstihbarat Daire Şefi olan Kazım Karabekir, Enver Paşa'nın Harbiye Nazırlığı zamanında "Almanlar bütün Türkiye Genelkurmayı'nın başına geçmiş" olmasından üzüntüyle söz eder. "Kafam bir türlü kabul etmiyordu. Kayıtsız-şartsız genelkurmayımıza kadar her şeyimizi Almanlara nasıl oluyor da teslim ediyoruz?" diye söylenir, "Bizlerden gizlediği şeyleri Almanlardan gizlememesini" şaşkınlıkla aktarır. Yine Genelkurmay Harekât Daire Şefi olan Ali İhsan Sabis, ondan, "Bilerek ya da bilmeyerek körü körüne o zamanki müttefikimize uşaklık etmek" şeklinde tanımladığı "altıncı kolun reisi" diye söz eder. Mustafa Kemal'in, "ordunun kayıtsız şartsız bütün sırlarıyla Alman Askeri Heyeti'ne emanet ve teslim edilmesinden" rahatsızlığını belirtir. İçeriden böyle eleştiriler gelirken, Alman generalleri onu öve öve bitiremezler: Örneğin Von Kress'in gözlemi şöyle: "Biz Almanlar Enver'e, Merkezi Devletler ile olan ittifaka bağlılığındaki sarsılmaz sadakati, bu işte maruz kaldığı bütün muhalefetlere büyük bir enerji ile karşı gelmiş olması dolayısıyla büyük şükran borçluyuz. Enver kendi arzusuyla Alman komutasının emri altına girmişti… Alman Başkomutanlığı'nın arzularını öyle geniş ölçekte ye rine getiriyordu ki, bazen Türk cephelerinin menfaat ve ihtiyaçlarını yeteri derecede hesaba katmıyor ve bundan dolayı Türk politikacılar ve subayları arasında şiddetli eleştirilere ve ciddi bir muhalefete yol açmış oluyordu." Bu gibi pek çok saptama ışığında saflıktan, iyi niyetten söz etmek ne denli gerçekçi olabilir? "Vatan ayrıntı olmuş"
Bu durumda asıl 'teferruat' haline gelen bizzat vatanın kendisi mi oluyor?
Evet. Hayali vatan, Turan için eldeki vatanın harcandığı trajik bir hikâye karşısındayız. Osmanlı halkı, Ziya Gökalp'in "Düşmanın ülkesi viran olacak!/Türkiye büyüyüp Turan olacak!/Altay Yurdu Büyük Vatan olacak!/ Turan'ın hâkimi Sultan olacak!" gibi kışkırtmaları eşliğinde gayrimeşru bir savaşa sürülür. Karabekir bu trajediyi, "Osmanlı Orduları Başkumandanı sıfatıyla Sarıkamış üzerinden açamadığı bu yolu İran içlerinden açmaya çalıştı. Galiçya'dan bile oraya yol aradı. Bu uğurda Kafkas dağlarında on binlerce vatan evladı dondu. Irak'ta on kat daha üstün İngiliz kuvvetleri karşısında İran'ı sonuna kadar işgalde inat etmekle, gücünün üstünde görevler yüklenen birliklerden birçok vatan evladı çöllere gömüldü. Galiçya'daki zayiatımızda ve sonunda Filistin cephesi hezimetinde hep bu Turan idealinin açık etkileri görülür" diye özetler. Bir an Ermenilerin başına gelen felaketi unutsak bile, memleketi savaşa sürenlerin vatanımız ve milletimiz addettiklerinin başına gelen felaket korkunçtur. Ali Fuat Erden'in ifadesiyle "seferberlik müddetince 2 milyon 850 bin kişi silah altına alındı. 1.5 milyon kişi –yaralılar, hastalıktan ölenler ve kayıplar dâhil– kayıp verdik. Mütarekede ordunun mevcudu 65 bindi. Savaşın sonunda memleketin yarısından fazlası kaybedildi..."
Ermenilerin başına geleni unutmalı mıyız?
Eğer insanlığımızdan olmak istemiyorsak unutmamamız, bize unutturmaya çalışanların aksine kendimizi çimdikleyip hatırlamamız gerektiği açık. Aksi takdirde biz daha bu topraklarda yokken buranın yerlileri olan insanların yok edilmiş olmasının suçuna ortak olmuş, vicdanımızı kaybetmiş oluruz. Bu toprakları gerçekten sevmek, burada yaşanmış her acıyı, her hak ihlalini kendi acımız, bu toprakların insanlığına yapılmış bir tecavüz olarak içselleştirmekle mümkün. Üstelik anımsamalıyız ki Ermenilerin başına felaket örenler hepimizin başına felaket örmüşler.
O dönem aydınların tavrı nasıl?
Tevfik Fikret gibi birkaçı hariç çok iç açıcı olduğu söylenemez. Tabii ciddi bir baskı, sansür olduğu da anımsanmalı. Bununla birlikte örneğin muhafazakâr aydınlardan Yahya Kemal'in, Enver'in "Ne Sarıkamış, ne Arabistan cephesinin turfası, ne Irak bozgunlukları, ne iaşe ve karaborsa rezaletlerindeki" sorumluluğunu kabullenmeyen Ziya Gökalp'e aktardığı şu yargısı önemli: "Türk milletini Enver Paşa'nın kendi hırsına nasıl feda ettiğini, Alman ittifakına eli kolu bağlı attığını, dövüşmesi kesinlikle gerekmeyen cephelerde kırdırdığını, Mısır'ın, Kafkas'ın, daha bilmem nerelerin fethi gibi, bugün Türk milletinin asla kudreti ve ihtiyacı olmayan bir macerada tepelediğini, üstelik bizzat kendi, bu savaşta hiçbir askeri kıymet göstermediğini, en seçkin ve başarılı komutanlarımızın şereflerini katmettiği halde, akrabasını öne sürdüğünü, bu dakikada vatan vaziyetinin bir facia olduğunu, lakin bununla kalmayıp bu zat yüzünden devletin batacağını ben bu akşam yazacağım…" yargısı da anımsanmalı.