Bazı kitapları, sabah tan ağarırken ortalığı yavaş yavaş aydınlatan, görünmezi görünür kılan, fakat henüz kendisi görünmeyen geri plandaki güneşe benzetiyorum... Onlar da tıpkı tan ağarırken karanlığı yavaş yavaş aydınlatan güneş gibi, henüz halledemediğimiz soruların cevaplarını yavaş yavaş önümüze getirirler ve bize "hah, işte" dedirtirler.
Besim Dellaloğlu'nun kaleme aldığı, geçtiğimiz mart ayında piyasaya çıkan "Ahmet Hamdi Tanpınar / Modernleşmenin Zihniyet Dünyası / Bir Tanpınar Fetişizmi" adlı kitabın bu kategoriden bir kitap olduğunu, okumaya başladığımda hissetmiştim. Bitirdiğimde yanılmadığımı anladım. Dellaloğlu kitabında Türkiye'nin modernleşme hareketinin ilerletici, olumlu ve kısmen de kaçınılmaz yönlerine işaret ettikten sonra, onun neden bir türlü "modern" olamadığını anlatıyor. Dellaloğlu'na göre bunun nedeni, modernleşmeyi "değişme"den ibaret görmemiz... Oysa hakiki bir modernleşme, tıpkı Batı modernliğinde olduğu gibi devamlılıkla değişmeyi hemhal edebilen bir süreçtir, devamlılık içinde değişebilmeyi mümkün kılan bir süreçtir: "Biz ya değişmek, ya devam etmek arasında bir seçime kendimizi mahkûm ediyoruz. Birileri tamamen değişmek istiyor,birileri de sadece devam etmek istiyor.
(...) İşte Tanpınar'ın farkı da bu noktada ortaya çıkıyor: Tanpınar aslında modernleşmeci değil, modern olmak istiyor. Kökü burada olan bir modernlik inşa etmek istiyor." Modernleşmeciliğe karşı bir modern! Kitabı okurken, orada tarif edilen modernleşme anlayışıyla ister bilinç düzeyinde, isterse de sezgisel ya da duygusal düzeyde problemleri olan, bu anlamda kendini "dertli" hisseden simalar üzerinde düşündüm ve gözümün önüne sık sık Yılmaz Erdoğan geldi. Biliyorum, Yılmaz Erdoğan, Türk tipi modernleşmecilikle derdi olan ve bunu ifade edenler listesinin ilk sıralarına yerleştirilecek bir sanatçı değil. Bu çerçevede düşünürken öncelikle aklıma gelmesinin nedeni, onun birkaç ay önceki "ben de dertliyim" çıkışıydı sanırım. Gerek Erdoğan'ın o çıkışı, gerekse de ardından ona verilen tepkiler, bugüne kadar iyi kötü Türkiye modernleşmesini sırtlayan sanatçıların, Türkiye'nin "modern" olma sürecinde hiçbir rol oynayamayacaklarını bir kez daha gösterdi. Yılmaz Erdoğan ise, hayatından ve sezgilerinden damıttığı "modernleşmeciliğe tepki"sinin altını entelektüel bir birikimle doldurursa, Türk sanatının modernleşmeden modernliğe evrilmesinde önemli bir rol oynayabileceğinin işaretlerini verdi.
Şöyle bir hatırlayalım söylediklerini (aslında bu sözler, onun bu alanda "çalıştığını"da gösteriyor bir bakıma): "İran sinemasının kimlik oluşturduğu ve bizim bunu başaramadığımız doğru. Ama bizde olan bazı gelişmeler sebebiyle maalesef böyle oldu. Onlar bir tarihte toplanıp sözlüklerinin tamamını değiştirmediler. Kelimelerinin hepsini değiştirip herkesin kendini yabancı hissettiği bir alanda yeniden kendilerini tanımlamadılar. Dolayısıyla o geleneksel bağ kopmadı. Özellikle de şiirle olan bağları kopmadı; kaldı ki biz aynı havuzdan besleniyorduk, biz aynı insandık aslında. Biraz bağnaz bir batıcılık kafası, halkın önüne sunulan yeni bir şeyler uğruna eskiyi tamamen çıkarmak, bir ağacın meyvesinin kökleriyle olan bağını kesmesi anlamına geldi ki, aslında en çok darbeyi de sanat yedi bu yüzden." O meşhur konuşmada öne çıkan "set arasında beş kez ezan dinlersin ama filmlerde ezan sesi duymazsın" cümlesi aslında ne kadar çok şey anlatıyor, hatta Türkiye'nin modernleşmecilerinin bütün problemlerini tek cümlede özetleyen sembol bir cümle bu. Zaten o nedenle değil mi ki tepkiler o ölçüde ağır oldu... Oysa "eski"nin toplum için bugün de anlam taşıyan bölümünü, yani "kadim" olanı "yeni"yle sarıp sarmalayarak bugüne taşımadan modern olunamaz ki! Modernleşmeci olunabilir, evet, fakat modern olunamaz!
Gri Kürt Ben onu şimdiye kadar bambaşka tartışmalar içinde izledim. Fakat şimdi, Türk sanatındaki modernleşmeci damara karşı açtığı isyan bayrağıyla öne çıkan Yılmaz Erdoğan, öbür Yılmaz Erdoğan'lardan çok daha fazla ilgimi çekiyor. Ne var ki bu bir portre ve ben bu yazının tamamını bu noktaya hasredemem. Öyleyse, gelelim Yılmaz Erdoğan'ın başka hallerine... Eh, bu da bizi öncelikle çifte lanete uğradığı "Kürtlük" meselesine getirir... Kürt milliyetçileri onu yeteri kadar Kürt olmadığı, Türk milliyetçileri ve ulusalcıları da "fazla Kürt" olmakla eleştiriyor. Aslında iki kesim de haklı. Çünkü Yılmaz Erdoğan bir gri Kürt! (Bunun mealini de açıklayayım: Gri Kürtler, Kürtlerin günümüzdeki Kürt siyasetinin doğrularının yanı sıra yanlışlarının da olduğunu kabul eden Kürtlerdir.) Ben en çok, yanlışlarını, eksiklerini bir kez tespit ettikten sonra onlara karşı uyanık olma çabasını seviyorum. Çünkü "itirafçılık" - hele ki sanat ve magazin çevrelerinde- manevi rant getiren sahte bir oyuna dönüştü uzun bir süredir...
Halinden memnun olmadığını, bu halinle kendinle barışık olmadığını söylüyorsun, etraftan bol miktarda "helal olsun, cesur insanmış, kendini eleştirebiliyor, samimiymiş" övgüleri alıyorsun, sonra da bildiğini okumaya, aynı haltları yemeye devam ediyorsun. Hesaplı, sahte bir itirafçılık! Yılmaz Erdoğan öyle değil. O, "itiraf"larını manevi rant sağlamak için değil, kendini değiştirmek için yapıyor. İtirafının, özeleştirisinin bir söz değeri olduğuna inanıyor ve kendisini o doğrultuda "düzeltmek" için çabalıyor. Mesela bir zamanlar yoğun eleştirilerle karşılaştığı "sevgililer" alanı... "Parayı buldu, Beyaz Kürt oldu, iki günde bir sevgili değiştiriyor" denildiği günlerde, bu halinden hiç memnun olmadığını, kurtulmak istediğini haykırdığı bir söyleşisini hatırlıyorum. (Hürriyet'te, manipülasyon şaheseri "Yılmaz Erdoğan bakire istiyor" başlığıyla yayımlanan söyleşi)... Ben o söyleşiyi okuduğumda, gerçekte daldan dala gezen halinden memnun olduğunu, fakat izleyicilerin hoşlanacağı tarzda konuşmayı tercih edip medya aracılığıyla "tek eşli", sakin bir hayatı özlediğini ilan etmeyi aklettiğini düşünmüştüm.Şimdi yanıldığımı anlıyorum. Samimiymiş. Yanılgılarını anlatırkenki, kendisini tatlı tatlı haşlayan, kendisiyle dalga geçen halini de çok kıymetli buluyorum. Mesela, bir Antalya Film Festivali'nde kendi filmi "Vizontele"ye değil de bir "sanat filmi"ne ödül verilmesini protesto edişi hatırlatılınca arf ettiği şu sözler: "Ben de herkes gibi önyargıların çekiciliğine kapılıyorum. Önemsemiyorsun ya da önemsemiyormuş gibi yapıyorsun. Kibirli davranıyorsun yani. Hatta
'Vizontele' yarışırken, baktım bana ödül yok şehri terk ettim. Düpedüz arkadaşlarıma saygısızlık ettim. Altan, Demet ve Kardeş türküler. Filmimiz üç ödül almış ama ben, 'ben' kaygısına yenik düştüm. (...) Biz, yıllardır 'sanat filmleriyle' ilgili olarak dışarıdan, şöyledir böyledir diye atıp tuttuk. Ama bu muhabbetler, işin içine tam olarak girmediğimiz için oluyordu." Benden uyarması: Şimdi dönüp baktığında hiç de güzel bir Yılmaz Erdoğan portresi görmediğini açık yüreklilikle söylese de, benzer davranışlarına bir daha hiç rastlamayacağımız anlamına gelmez bu. Çünkü Yılmaz Erdoğan dozunda ve sağlıklı bir özgüven eksikliğine sahip ve özgüveninin nispeten azaldığı, kendisini nispeten başarısız hissettiği anlarda o davranışlarının benzerlerine şahit olabileceğimizi düşünüyorum. Bilmiyorum, belki de makul miktarda bir özgüven eksikliğinin özgüven canavarlığından daha insani olduğunu, bunun güzel bir haslet olduğunun farkına varır, bu onu olgunlaştırır ve eleştirildiği, beğenilmediği durumlarda hırçınlaşıp dilini tatsızlaştırmak yerine güler geçer ve bu hali ömrünün sonuna kadar devam eder.