Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'ni "İstanbul'un ilk aşk ve gündelik hayat müzesi" diye tanımlıyor. Benim gibi "gündelik bir vatandaş" için bu cümle ne anlama gelmeli?
Şu anlama… Abartmak istemem, müzem çok mütevazı ama İstanbul'un ilk günlük hayat müzesidir. İstanbul her şeyden önce büyük bir müzeyi hak ediyor. Ve bunun kapsamı da gündelik hayat olmalı. Tarihi yapan; silahlar, bayraklar, padişahlar veya onların resimleri değil, şehirde yaşayan insanlardır. Mesela "Benim Adım Kırmızı" romanım 1590'larda geçer, padişahtan iki sayfa bile söz edilmez. Konu hep baş kadın kahramanın mutfağında, evinde ve çevresinde geçer.
Yani gündelik hayatta…
Evet. Tarih deyince benim aklıma savaşlar, diplomasi, bayraklar değil, gündelik hayatı yaşayan insanlar gelir. İstanbul'da da büyük bir gündelik hayat müzesi olmasını isterim bu yüzden. İnsanların savaşları değil, bu şehri nasıl hayal ettiğini, onun hakkında ne yazıp neler resmettiklerini…
Belki de nasıl aşık olduklarını…
Tabii ama ben bunları küçük çapta yapmaya çalışıyorum. Çünkü benim çapım küçük. Ama küçük müzeler insanların sıradan hayatını göstermeleri için daha elverişlidir. Burada bir atmosfer yaratabilirsin. Müzeyi toparlayan kişi, bir fikre, hikâyeye dayanarak gerçek ya da hayale uygun bir dünya yaratabilir.
Masumiyet Müzesi'nde aslında gerçek ile hayalin iç içe girdiği bir atmosfer yaratılmış, yanılmıyorsam…
Aslında bu tıpkı bir roman gibi. Romanı yazdığınız zaman bilirsiniz ki okur sizlere şunu soracaktır: "Orhan bey, siz bunları yaşadınız mı, uydurdunuz mu?" Siz elli kere de söyleseniz, "hayır kardeşim bu bir roman, bir kısmını yaşamışım bir kısmını da biraz hayal etmişim" diye, o yine işin aslını merak eder… Ama mesele yaşayıp yaşamadığım değil, yaratılan o çevre, ortam ve sorunlardır. Şimdi burada da "Kemal ya da Füsun gerçek mi, var mı?" sorusu elbette sorulur.
Ben sormayayım bari!
Siz sormuyorsunuz ama bu aşk hikayesi gerçek mi diye herkes soruyor! Gerçek olup olmaması önemli değil, sonunda bu insanlar bu dönemde böyle bir şehirde, böyle eşyalar arasında -şişeler, sürahiler, kap kacaklar, biletler, fotoğraflar yaşamışlar. İşte İstanbulluların kullandığı şeyler bunlardı. Ayrıca burada her şeyi de gösteremiyorum tabii, yerim sınırlı.
Gerisi Kemal ile Füsun'un gizemi sonuçta…
Ya da romanın dünyası. Roman bu dünyayı ne kadar anlatıyorsa biz burada onu o kadar göstermeye çalıştık. Ama gene de kurgusal kahramanlar üzerinden bir müze olması ve ilk olarak "bir romanın müzesi" olması bize daha eğlenceli, daha yaratıcı olma şansını verdi.
Klasik bir müze binasıyla kıyasladığınızda, sizin müzenin bina ve sergilediği eşya ile ilişkisi nedir?
Müze denince ne düşünüyoruz? Birileri sanat eserleri ya da silahlar yapmış, bunlar sergileniyor. Bina ise bu işin bir parçası değil. Bizde ise bina bütün bu eşyaların düzenlenişi, vitrinlerine yerleştirilişi, üstelik romana uygun bir atmosferde uyum içinde sergilenmesinde önemli rol oynuyor.
Siz bu binayı 1999 yılında alıyorsunuz. Ve romanı bu binayla birlikte yazıyorsunuz. Kahramanlarınız Füsun'la Kemal'in evi diye düşündünüz herhalde…
Yalnız buraya değil, bir sürü eve baktım. Füsun'un babası 1970'lerde emekli bir lise öğretmeni, karısı terzi. Kızı da artist olmak istiyor. İşte böyle bir aile böyle bir evde yaşayabilir mi, burası onlara uygun mu diye pek çok eve baktım. Kısaca roman ve müzeyi birlikte düşündüm.
Bu çok değişik bir fikir daha önce böyle bir şey yapılmadı galiba?
Daha önce olmadı.
Bazı klasik romancılar, mesela Atilla İlhan'dan biliyorum, olayların geçtiği evin odaların krokilerini çizerlerdi… Siz de bunu yaptınız. Ama bu kez bunu çizgiden de çıkarıp üç boyutta halletmişsiniz…
Evet doğru. Bunu üç boyutlu olarak düşündüm.
Füsun'la Kemal de şuradan yürüyüp gelmesinler?
Yok, onları gölge olarak gösteriyoruz.
Özel hayatınızda ve yapıtlarınızda insan ve eşya ilişkisi çok önemli değil mi?
Evet. Mesela bir sinemaya gidersin bir bilet alırsın...
Ben atarım…
Ben saklarım. Küçükken de böyleydi, futbol maçına gidersin saklarsın, bir de üzerine yazarsın; Fenerbahçe 2 – Beyoğluspor 1
Biriktirme merakından kaynaklanıyor olmasın biraz da?
Biriktiririm ama koleksiyoncu değilim. Defter yapma eğilimi vardı çocukluğumuzda, bu tip şeyleri deftere yapıştırırdım.
Hadi yaptınız, sonra yıllarca saklamak da neyin nesi?
Bilmiyorum.
Ya, defter arasında kurutulmuş çiçekler?
Belki bir aşk ve romantizm itirafı alabilirim ağzınızdan! Çiçekler yok. Sadece eşyaların bize unuttuğumuz şeyleri hatırlatma dürtüsü var. Bir sinemaya gideriz, gittiğimizi bile unutmuşuzdur ama biletini görünce o filmin sahnelerini bile hatırlarız.
Filme kiminle gittiğimizi de hatırlarız…
Tabii, bütün o günü hatırlarsın. Ben taa "Kara Kitap"tan beri listeler yapmaktan, eşyaların tuhaf yanlarını görmeye çalışmaktan hoşlandım. Eşyalar, bir tarihi ve insan deneyimini saklar. Eşyalar bize eklemlenir. Bu müzede önce roman kahramanlarının kullandıkları eşyaları topladık. Sonra onlarla bir resim yapmaya çalıştık. Hem onların eşya olma özelliğini koruduk hem de sanki onlara bir renkmiş gibi davrandık. Eşyaları müzeye yerleştirmek çok vaktimizi aldı.
Aynı eşyaları romana yerleştirmek de bu kadar güç oldu mu?
Romana yerleştirirken eşyaları arıyorsunuz buluyorsunuz. Sonra onları kelimelerle tasvir ediyorsunuz. Ama beni bu kadar zorlamamıştı. Roman bittiğinde bütün eşyalar tıkış tıkış evdeydiler. Sonra bir atölye kiraladık. Orada onları vitrinlere, kutulara yerleştirdik ve sonra da alıp buraya taşıdık. Roman bittiğinde, nasıl yerleştireceğimi daha tam bilmiyordum.
Ne kadar sürdü?
Tadilata 2000 yılında başladık. İhsan Bilgin'le binanın ortasındaki deliği açtık, dış cephelerini koruduk ve içini bambaşka bir hale getirdik. Roman 2008'de yayınladıktan sonra burayı müze haline getirmek için çalışmalara başladık.
Büyük masraf ettiğiniz de görülüyor. Siz mi finanse ettiniz?
Evet. Ama önce İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'ndan az bir miktar para aldık, sonra iade ettik. Türkiye'deki o tür siyasi tekmeleşmelere müzem yem olsun istemedim. Ama hiçbir zaman toplam ne fiyata çıktığını da bilmiyorum. Benim daha çok bilmek istemediğim, harcadığım paradan çok harcadığım vakit.
Peki, müze açıldıktan sonra bilmek istediğiniz ne olacak?
Artık ilgilenmiyorum o konu arkada kaldı.
Keyfini yaşamaktan söz etmiştim…
Burayı yaptığım için memnunum tabii. Ziyaretçiler gelsinler, sevsinler isterim. Buraya gelen insanlar en azından iki tane hayali kişi görüyorlar. Onlar bir toplumu, bir kültürü ifade ediyorlar. Leyla ile Mecnun gibi. Okurların bütün bu duygularla buraya gelmesini isterim. Keder verici bir aşk hikâyesiyle, 1950'lerin fakir İstanbul'unda yaşayan bir genç kızın, zengin biriyle aşkı ve bunun hazin sonucu. Bunun kalp kırıcı bir da yanı var. Ama tüm bu eşyaların ışığı, havası birleştiğinde etkileyici bir atmosfer yarattığını görecek ziyaretçiler.
Bu müzenin bundan daha fazla gelişme şansı yok herhalde…
Yok, ama ben hayatımın sonuna kadar burayla ilgileneceğim.
İlerde yeni bir fikir, yeni bir etkileşim…
Giriş holünde iki sene sonra, telefon kartı biriktirenler, gazoz kapağı biriktirenler ya da neyi biriktiriyorlarsa onların koleksiyonunu da sergilemeyi düşünüyorum. Bitmemiş bir sürü malzemem var ve onları da müzeye eklemeyi düşünüyorum.
Yeni roman nasıl gidiyor?
Yazmaya devam ediyorum. "Kafamda bir tuhaflık", sabahları yoğurtçuluk, akşamları bozacılık yapan ve İstanbul'a 1960'larda gelen bir adamın hikâyesi. Bir göç öyküsü yani.
Bir Alman gazeteci "Yoğurtçular sizi tanıyor mu" diye sormuş…
Ben ne demişim, ne zaman okudunuz?
Dün okudum gazetede. "Tanıyor dersem şimdi siz yoğurtçular bile Orhan Pamuk'u tanıyor dediğimi yazarsınız, korkarım gazetecilerden!" demişsiniz…
Valla dedim, korkuyorum gazetecilerden.
"ŞU AN BAŞKA MÜZE PROJEM YOK, OLSA BİLE SÖYLEMEM"
Müzenin girişindeki dev panonun üzerinde Kemal'in içtiği yüzlerce sigara izmariti yerleştirilmiş ve siz de altına el yazısı ile tek tek cümleler yazmışsınız. Bu beni çok etkiledi…
Her zaman söylüyorum yazarlık bir sabır işidir. Ben 600 sayfa roman yazıyorum. Bu nedir ki onun yanında! Şimdi siz bütün bu romanları sen mi yazdın diye sorsanız bana…
Roman yazmak mesleğiniz. Benim takıldığım, tek tek inci döşer gibi kelimeleri el yazısıyla yazmanız…
Benim edebiyat anlayışım, sabırla, iğneyle kuyu kazmaktır. Bu müze de öyle, iğneyle kuyu kazma işi. Bütün her şeyi sabırla toplayacaksın. Onları temiz, net, güzel görünecek bir şekilde yerleştireceksin. Hepsi bir uyum içerisinde olacak. Bu benim davranış tarzım.
Huyum ve buyum diyorsunuz…
Ben buyum evet. Nasıl roman yazarken iğneyle kuyu kazarak kelimeleri yan yana getiriyorsam, bütün o kelimeler koskoca bir katedral, bir cami yapıyorsa, müze de böyle küçük saatlerden, süzgeçlerden, biletlerden, bardaklardan ve bütün bunları bir uyum içinde yan yana getirmekten oluşuyor.
Son bir soru soracağım. Herhalde artık yeni bir müze daha yapmazsınız…
Şimdilik düşünmüyorum.
Ama bunun gibi yeni bir çılgınlık yapacakmışsınız gibi geliyor bana. Böyle başka bir fikir var mı?
Şu anda yok, olsa bile söylemem.
Ben çalıp yaparım diye mi?
Evet. Ben bu fikri de zaten 10 yıl sakladım insanlardan.
Arda Uskan