30 yılı aşan meslek hayatına sayısız başarılar sığdıran, dünya liderleriyle yaptığı başarılı röportajlarla adından söz ettirmiş gazeteci –yazar Nur Batur, Turkuvaz Kitap'tap çıkan "Apo'yla Son Tango" kitabında Kürt sorununa bir insan-anne-gazeteci duyarlılığıyla yaklaşıyor ve "barış"ın aslında çok da zor olmadığını söylüyor… Kitap ayrıca Öcalan'ın yakalanışının bilinmeyenlerini de gözler önüne seriyor.
Neden "Paris"te değil de "Apo"yla son tango?'
Hep o akla geliyor değil mi? Kitabın adı için çok düşündüm aslında. Hatta birkaç arkadaşım farklı bir algılama olur diye bu isme tepki gösterdi. Ama ben daha çok şu uluslararası diplomaside kullanılan deyimden yola çıktım. Yani kangren olmuş bir sorunu iki tarafın uyum içinde çözmesi anlamında. Ama ilk anda tabii o malum film akla geliyor.
Kullandığınız üslup kitabın bir diğer dikkat çekici tarafı... Bir roman gibi yazmışsınız.
Neden bu üslubu kullandım... Eğer bilgiye dayalı bir kitabı film senaryosu gibi yazarsan okuyor insanlar. Aslında ilk kitabımı da o şekilde yazdım ve kendimi geliştirdim.
Bir de "Apo ile Son Tango" çok özel bilgiler içeriyor. Nasıl aldınız onları?
Bu kitabın hazırlığı 1999 yılının öncelerinde başladı. Ben olayın kilit noktası olan '91 ve '94'ü yaşamıştım. Kanal D'nin Ankara temsilcisiydim o zamanlar. "İşkence" olayını Türkiye'de ekranlara taşıyan ilk benim. Hatırlarsınız şu Güneydoğu'da dışkı yedirme olayı...
1999'da Öcalan olayı patlak verdi...
Evet. Bu Yunanistan'da beş sene boyunca tüm sistemi allak bullak etti. Ama olayı esas ortaya koyan 2004 yılındaki mahkemeydi. Öcalan'ı Yunanistan'a kaçıran emekli bir amirali yargıladılar, "Nasıl ülkemizin milli çıkarlarını tehlikeye sokarsın" diye, günah keçisi onu seçtiler.
Şu "Öcalan ipek yolu"nun güzergâhlarını bir hatırlatsanıza bize!
Şimdi önce Şam'dan atılıyor, ilk Atina'ya gidiyor. Öncesinde ve sonrasında bir kısım Pasok milletvekilleri dahil herkes işin içinde. Neden sonra mahkeme açıldığında Antonis Manitakis denen adam yargılanıyor. Trajikomik tabii. Sivil havacılık ilgilileri ve mesela uçak pilotu filan yargılanıyor...
Göstermelik yani...
Elbette. Ama esas işi organize eden dışişleri, içişleri bakanı, istihbarat dairesi başkanı, komutanlar o iki üç adamı savunmak için geldiler.
Bizim yetkililer nerede bu arada?
Mahkeme PKK kuşatması altındaydı. Buraya Türk yetkililerin girmesi büyük olay yaratabilirdi. Bir tek ben istedim girmeyi yardımcım kanalıyla.
Peki bütün bu belgeler bizde yok muydu?
Hayır, Türk arşivinde yok. O yıllarda iki ülke arasındaki yakınlaşma-dostluk dönemi olduğundan, karşılıklı "kapatalım mevzuyu gitsin" dendi herhalde. Bir de dediğim gibi bizim yetkililer katılmadı o mahkemelere...
Ama belgeler sizde var ve artık yazmanın zamanı geldi...
Evet, aynen öyle oldu.
Peki, gelelim işin esas ayağı ABD'ye ve PKK ile ilişkisine...
Amerika 1980'lerden beri Kürt meselesinin içindeydi. 1990'ların ortasında fiili olarak girdi.
Silah yardımı söylentisi dışında nasıl, hangi konularda bir işbirliğiydi bu?
Dediğiniz gibi o şaibe olarak kaldı. Fakat Amerika'nın Sesi Radyosu bölgeye yönelik Zazaca yayın yapmaya başladı. Türkiye'de Özal cumhurbaşkanıydı ve çok fazla tartışıldı bu. Korsika, Bask modeli filan hatırlarsınız.
Kürt meselesinin ilk kez Özal döneminde telaffuz edildiğini söyleriz ama...
Evet, PKK ile gündeme geldiği sanılır ama Demirel çıkıp "29'uncu Kürt isyanı" dediğinde çok şaşırmıştık. Özal alttan gelen dalgayı hissetti.
BENAZİR'İN PEŞİNDE
>> Benazir Butto ile söyleşi yapan ender gazetecilerdensiniz... Kadın kadına söyleşmenin sırrı mı desem acaba?
Yok öyle demeyin, çünkü eşiyle de yaptım röportaj...
>> Benim ki lafın gelişiydi zaten, peki anlatır mısınız, nasıl oldu?
Önce şunu söyleyeyim gazeteciliği farklı kılan, farklı bakmaktır. Elbette bilgiye dayanarak değişik açılardan yaklaşmak da... Milliyet'teydim o sırada ve havaalanına sürekli karşılamalara giderdim. O dönem de gittim ama herkes Benazir'in peşinde... Bir baktım sağ tarafta bir adamcağız oturuyor, beyazlar içinde Hintli elbisesiyle, yakışıklı...
>> Enişte mi?
Evet, kocası. Kendimi tanıttım ve söyleşi yaptım. Bir tek bendim bunu akıl eden, bütün muhabirler Benazir'in peşindeydi.
>> Adamı tavlayıp, karısının dikkatini çekmişsiniz!
Biraz öyle oldu. Ama "Benazir'in kocası olmak zor" başlığı ile sürmanşet olarak yayınlandı bu röportaj... Gazetecilik bir maraton değil midir zaten? Abdi İpekçi kuşağında bize şunu öğrettiler;
fikri takip!
>> Sizin fikri takip kaç yıl sonra meyvesini verdi? Yani Benazir'le konuşma fırsatını ne zaman buldunuz?
Bir buçuk yıl sonra, koltuğunu kaybetmişti Benazir... Devirdiler biliyorsunuz ve kocasını hapse attılar. Ama önceki söyleşiden bir dostluğumuz oluşmuştu, beni davet etti Pakistan'a... Çok zor bir seyahatti aslında. Şimdi sorsanız, öyle bir çılgınlık yapamam herhalde.
>> Kocası mı aldı randevuyu?
Evet, bir arkadaşlarına emanet ettiler beni. Benazir'i kampanyası sırasında yanında takip ettik. Sonra ilk söyleşimizi yaptık.
>> "Öldürüleceğim" dediği röportajınız...
Ben sormuşum "Korkmuyor musunuz" diye. "Her an öldürülebilirim" dedi. Çünkü bir cipin üstünde köy köy dolaşıyor. Bu çok mümkündü.
>> İkinci söyleşi?
18 yıl sonra oldu… Dubai'de görüştük. Dramatik bir cevap verdi, "Zamanı gelince ölürüz! Babam da benim yaşımda ölmüştü!" Bu son röportajıydı zaten...
"İlk saldırı 84'te yapıldı" Tarihte ilk Kürt isyanını hatırlayalım, ben defterimi kalemimi çıkardım hocam!
Gerçekten tarih dersi gibi oldu ama bu iş Osmanlı'ya dayanır biliyorsunuz. Cumhuriyet döneminde de isyanlar var. Şimdi PKK ilk saldırısını '84'te yapıyor. Soğuk Savaş'ın sonlarına geldiğimiz yıllar. Yani dünyanın süratle değiştiği dönem. Bu '90 yılına kadar. İkinci fırtına ise Ortadoğu'da yaşanıyor 20 yıl sonra.
ABD neden Öcalan'ın üstünü çizdi peki?
Şöyle diyelim, ABD değil de dış güçler her zaman bir ülke içerisinde buldukları en zayıf noktayı kullanıyorlar. Türkiye'yi malum geçmişte İngilizler de kullandı. Şimdi Yunanistan'ı neden ve nasıl kullandığını görüyoruz. Kıbrıs Rumlarını kullandı.
Kullanıp kullanıp atıyorlar diyorsunuz…
Maalesef öyle oluyor biraz. Öcalan 1 Şubat'ta Kenya'ya götürülüyor, 15 Şubat'ta çöp gibi kapıya atılmak isteniyor. Bu kadar basit.
Şimdi gelin daha güzel konulardan söz edelim... Siz Ankara Koleji'ndensiniz değil mi?
Çok güzeldi tabii...
Bizim Füsun Önal ve Filiz Akın da sizin oralı…
Onlar benden tabii büyüktür. Ben '70 mezunuyum.
Nasıl geçti okul yılları…
Valla hep spor sahalarındaydım. Voleybol oynadım ortaokuldan itibaren. Lisede üç yıl Türkiye şampiyonu olduk. İlk altısındaydım. Sonra A takımı... Gençler Birliği, Milli Takım, ODTÜ, Galatasaray devam ettim. Çocuk olunca da bıraktık.
Gazetecilik hangi döneme rastlıyor?
ODTÜ'de voleybol oynarken başladım yazmaya...
Sonra araba camlarınız bile kırıldı bu meslekte...
Yunanistan'daki olayı söylüyorsunuz sanırım... 2005'te Hürriyet'in Atina temsilcisiydim. Kardak krizi yaşandı. Sonra Öcalan krizi... Bu arada Yeni Demokrasi Partisi içinde büyük bir kavga başladı. Ve ben bir haber-yorum yazdım. Hürriyet de birinci sayfaya koydu. Yunan televizyonları beni hedef gösterdi. O sırada oldu saldırı. Işıkta durdum, camları kırdılar başımdan aşağı...
"Tehdit telefonları aldım"
Aslında büyük bir uyarı bu...
Evet. Ondan sonra da ben diplomat gibi bir girişimler zinciri başlattım. Yunan Hükümeti'ne; "Koruma verme kararını sizin takdirinize bırakıyorum" dedim. Telaşlandılar tabii... Bir de şunu bilmeniz gerekiyor; Yunanistan'da gazetecilik yapıyorsanız, telefonunuz dinleniyor ve takip ediliyorsunuz!
Biz de onları nasıl dinleyip, takip ediyorsak...
Doğru. Soğuk savaş atmosferi bu. Amerikalı ve Rusların birbirlerine yaptığı gibi...
Bu tür başka olay yaşadınız mı?
Bir dönem de telefonlar alıyordum. Günde üç-dört kez İngilizce konuşan bir adam arıyordu. Okuyucu gibi başladı ama sonunda taciz ve hakaretlere vardı iş. Sonunda Basın Bakanlığına dilekçe verdim, "Lütfen telefonumu dinlemeye alın" dedim. Şaka gibi ama beş dakika sonra aramalar kesildi!
Eh o da dinlendiğinizi biliyor tabii… Gazetecinin kadını erkeği olmaz da, yönetici olarak kadının işi zor mu? Gazeteciliği anlatır mısınız?
Türkiye'de kadın yönetici olmak zor. Sadece medyada değil, diğer sektörlerde de. Ama bu zorluk işi idare ederken değil, oraya gelene kadar çekilen zorluk. Çok çalışmak, mücadele etmek durumundasınız. Öyle hasbelkader koltuk vermiyorlar kadına.
Aşkolsun, öyle mi geliyoruz biz?
Yok canım, siz de çalışıyorsunuz ama şöyle bir gerçek var: Kadının aldığı kararlar hâlâ tartışılıyor. Mesela benim Hürriyet'te almış olduğum kararları bir erkek yönetici alsaydı kesinlikle hemen kabul görürdü. Bunu iddia ediyorum.
Çok dertlisiniz... Peki başka neler yapamıyorsunuz özgürce?
Mesela küfür meselesi. Erkek yönetici rahatça küfür edebiliyor. Ağzına geleni söylüyor, bu da kabul ediliyor. Ben savunmuyorum küfrü. Çünkü saygı içinde bir ilişki ya da nezaket zaaf değildir. Ben öyle algılıyorum. Nezaketiniz bazen zaafınız olarak algılanıyor.
"Öcalan, 1 Şubat'ta Kenya'ya götürülüyor, 15 Şubat'ta çöp gibi kapıya atılmak isteniyor. Bu kadar basit."
"Apo'yla Son Tango"yu neden yazdım?
Bence Türkiye'de siyaset, egoların çatışması, egoların kavgası. Fakat bunun bedelini sadece gencecik çocuklar ödüyor. Bu kitap aslında şunu soruyor; Bu kadar ölüm yetmedi mi? Şehitlerimiz de var, gencecik PKK'lılar da var. Ben sadece gençlerin heba olup gitmesine üzülüyorum. Bu işin başındakilerin iki tarafında da hata var. Demokrasi şayet buysa, iki taraf da özeleştiri yapmalı ve akan kanı durduracak mutlaka bir orta yol bulunmalı.
Arda Uskan