İfade özgürlüğü tartışması, farklı kimlik ve kültürlere ait insanların eskiden olduğu gibi birbirlerinden uzakta değil, yan yana da değil, içi içe yaşadığı yeni dünyanın en hararetli tartışması olmaya aday...
Tartışma artık, Batı tipi liberal özgürlükçülüğün "başkalarının özgürlüğünü engellemiyorsa, bireyler her türlü fikri özgürce ifade edebilirler" şeklindeki geleneksel yaklaşımını da kapsayacak şekilde genişleme istidadı gösteriyor. Zaman gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan, gazetesinde kaleme aldığı üç yazıyla tartışmanın yeni boyutlarına işaret etti. Ben de bugün Geçmiş Günler Geçmemiş Gündemler'in iki sayfasını, Etyen Mahçupyan'ın yazılarından bölümlere ayırmaya karar verdim. Minik sunuşlar ve aralara küçük girişlerle birlikte... Osmanlı örneği model olabilir mi? Mahçupyan, küreselleşmenin, farklı kültürlerin aynı toplum içinde birlikte yaşamaya mecbur olduğu yeni bir dönemi başlattığını söylüyor ve tarihte "birlikte yaşama"ya dair örneklerin bulunmadığını hatırlatıyor.
Tam bu noktada soruyor: Birlikte değil ama "yan yana" yaşamanın tecrübe edildiği Osmanlı örneği günümüz için geçerli bir model olabilir mi? Mahçupyan bu soruya kesin bir "hayır" cevabı veriyor. Çünkü, ona göre bu model, a) "toplum tarafından denetlenmeyen, topluma hesap verme zorunluluğu olmayan, gücü kendinden menkul bir devlet"in varlığını ve b) "kültürünü ideolojik meşruiyeti için kullanan" çoğunluk cemaatinin bu yolla kurduğu üstünlüğe ve eşitsizliğe rıza gösterebilecek azınlık cemaatlerinin varlığını şart koşuyordu. Mahçupyan, günümüzde bu koşullar geçerli olamayacağı için "Osmanlı modeli"nin de geçerli olamayacağını söylüyor. Yeri gelmişken, Osmanlı'daki "yan yana" yaşamanın nasıl bir eşitsizlik anlamına geldiğini Taner Akçam'ın "İnsan Haklarıve Ermeni Sorunu" başlıklı kitabından şu birkaç satırı okuyarak görelim: "Hıristiyanların (...) ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman'la karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı.Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. (...)
Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin maviydi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlardatakunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. Etyen Mahçupyan, "ifade"nin ancak ifade edeni dinleyen birilerinin olması durumunda anlam taşıyacağı noktasından hareketle, ifadenin dinleyenlerde yaratacağı etkiyi hesaba katmayan bir "ifadeözgürlüğü" tartışmasının çok da işlevsel olmadığı kanaatinde... Üstelik de eski homojen toplumların bulunmadığı koşullarda, bunun tehlikeli sonuçlar üretebileceğinden de kuşku duyuyor: "(...)
Amaç, sonucu ne olursa olsunve nasıl algılanırsa algılansın olabildiğince ifade özgürlüğünü yaşamak olamaz. Bunu ancak liberalliği bencilliğin sınırına doğru sürenler savunacaktır. Çünkü ifade özgürlüğü karşınızda bir 'kulak', yani sizi duyan ve dinleyen biri varsa anlamlıdır. Konuşan dil, dinleyen kulak... Sorunlar 'rahatsız edici' fikirlerin söze döküldüğü noktada başlar ve bu da ifade özgürlüğünün giderek birilerini rencide edeceğinin baştan kabulünü gerektirir. Eğer bu rencide ediciliği bilmenize rağmen kasıtlı olarak sözü kullanıyorsanız, ifade özgürlüğünü araçsallaştırıyor ve birlikte yaşama iradesine katılmıyorsunuz demektir. (...)
"Eğer mutlak düşmanlığa gidebilecek bir çizgiyi benimsemiyorsak, işlevsel anlamı olan her ifade özgürlüğü tanımı, aynı zamanda 'söylenmemesi gerekeni' de tanımlamak zorundadır. Mesele bu tanımın ne amaçla, neyi korumak ve sakınmak üzere ve nasıl bir mekanizmayla yapıldığı. Eğer farklı kültürlerden oluşan ama birlikte yaşama iradesi gösteren bir toplumdan söz ediyorsak, ifade özgürlüğünün demokrat zihniyet içinde üretilmesi gereğini idrak edebiliriz.
Buradan çıkacak tanımın, sözün başkalarınca nasıl 'duyulduğu' ama aynı zamanda her kulağın sözü duyma meramının olması konusunda titiz olması şaşırtıcı olmaz. "Modernlik ve liberallik, sözü söyleyen ağız üzerinde fazlaca durdu. Biraz da sözü duyan kulağı dikkate almak lazım. Çünkü kulak olmadan konuşma olmuyor." Şok etkisi yaratsa da... Konuyu açıklığa kavuşturmak üzere ifade özgürlüğü bağlamı içinde önümüze çıkan bir nüansı ele alalım: İfade özgürlüğünün rahatsız edici ve şok etkisi yaratabilecek görüşleri de içermesi gerektiğini söylüyoruz. Bunun her kültürde rehabilite edici etkisi olduğunu düşünebiliriz. Ama herhalde 'rahatsız veya şok edici' görüşlerin bizatihi değeri olduğunu savunamayız. Bu görüşlerin kamusal bir 'iyilik' ürettiği, örneğin daha geniş bir özgürlük konsepti yarattığı için anlamlı olduğunu söylemek durumundayız.
Peki, bu görüşler bir kültürden ötekine uzanan salvolar şeklinde kullanılırsa, kamusal 'iyilik' üretirler mi? Hayat tam tersinin olduğunu gösteriyor. Bu durumda ifade özgürlüğü ayrışmayı besleyen bir işlev görebiliyor. Çünkü bazı görüşlerin rahatsız edici olma niteliği başka, sırf başkaları rahatsız olsun diye görüş üretmek başka... "Birlikte yaşamak niyet ve samimiyet gerektiriyor. Küresellik ise kimseye salt kendi kültürü içinde yaşama şansı bırakmıyor. Bu nedenle ifade özgürlüğü gibi normlar artık bir yandan nötr değerler gibi algılanmıyor, diğer yandan da kasıtlı olarak da araçsallaştırılabiliyor. Bu karmaşık yapıyı es geçen 'özgürlükçü' duruşların ciddiye alınmamasına şaşmamak lazım..." Liberal kolaycılık... "Demek ki meselemiz kültürel farklılıkların birlikte nasıl ortak normlar üretebileceğidir. Liberalizm bu konuda epeyce çaresiz. Modern tasavvur, en azından şu an için toplumsal var oluşun her alanında en 'ileri' normlara sahip olunduğunu varsayıyor. Bu normlar bireyin temel alınması gerektiğini ve onun özgürlüğünün kutsal olduğunu söylüyor. Böylece bir bireyin özgürlüğünün diğerinin özgürlüğünün sınırında olduğunu öne süren klişe ile karşılaşıyoruz. Buna göre eğer bir bireyin herhangi bir eylemi, diğer bireylerin özgürlüğünü kısıtlamıyorsa o eylem meşrudur. Bu düsturu temel alırsak tabii ki bütün İslam karşıtı provokasyon filmleri ve her türlü hakaret meşru olur. İtiraz edeceklere söylenecek söz basitçe 'seni engellemiyorum, sen de yap' olacaktır. Böyle bakıldığında 'nefret suçu' diye bir kalıbın hiçbir meşruiyeti olamaz. Nefret etmek doğal bir duygu olduğuna ve nefreti ifade etmek diğer insanın nefret ifadeetmesini engellemediğine göre böyle bir suç tanımına da gerek yok."