"Ölünceye Kadar Seninim", "Hayal ve Istırap" ve "Kafes"... Arda Uskan, eski dostu Selim İleri ile romanlardaki hayatları, hayatlardaki romanları konuştu. Selim İleri'yi yakından tanıyanlar hep aynı şeyi söyler; alçak gönüllülük ile kibarlığın, duygusallıkla harmanlandığı bir insan… Sevgili Selim ile çok uzun süredir arkadaş olduğumuz, hatta birlikte "işret sofraları"nı paylaştığımız için onun nasıl neşeli ve esprili biri olduğunu da ben ekleyebilirim. Son zamanlarda sadece kitapları çıktığı zaman röportaj için buluştuğumuzu da itiraf etmeliyim. Bu sefer de yine öyle oldu. Selim'in 1980'lerde yazdığı üç romanı "Selim İleri'nin Tozlu Aşk Romanları" başlığı ile yeniden yayınlanıyor. "Ölünceye Kadar Seninim", "Hayal ve Istırap" ve "Kafes" raflarda okurlarıyla buluşuyor. Eski dostum ile Alfa Yayınları'nda bir masanın başında oturduk bu kitapları konuşmak için… Ama laf lafı açtı, bakın nerelere kadar geldik.
Üç eski romanın birer ay arayla yeniden yayınlanıyor sevgili Selim… Bu yeni basımlara neden ihtiyaç duydun?
Bu kitaplar, zamanında birbirinin devamı olarak yazılmış bir üçlüydü. Ama okurlarla pek buluşamamıştı. Artık günü geldi diye düşündük… "Okurla buluşamamış" lafın kibarcası…
"Çok satmamıştı" diyorsun aslında. Neydi bunun sebebi?
Satmadı çünkü, "Ölüncüye Kadar Seninim"i 1984 yılında yayınladım. O günlerde "Her Gece Bodrum", "Cehennem Kraliçesi" gibi gençlik temalı kitaplarım çok satıyordu. Belki okura ağır gelmiş olabilir bunun konusu…
Neydi bu ağır dediğin konu?
Hayatındaki her dönemi kapatmış, yazarlığı bırakmış, İstanbul'dan taşınmış 60 yaşlarında bir yazar kadının öyküsü… Bütün bu bitmişlik içinde kadının sanrısal âleme kapılıp gidişini anlatıyordu. Yani şizoid bir yapının şizofreniye doğru sürüklenişi… Eh, "Her Gece Bodrum"dan sonra okurlar da şizofren olmak istemedi herhalde.
Romandaki yaşlı kadın yazarın gerçek hayatta bir benzeri var mıydı?
Tek bir isim veremem. Birkaç ayrı yazardan esinlendim. Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand, hatta Esat Mahmut Karakurt gibi o dönemin popüler yazarlarından izler taşıyor kahramanım. O günlerde ilginç bir şey daha olmuştu. Rahmetli Nejat Saydam kitabı filme çekmek istemişti. Adile Naşit'i oynatacaktı. Harika bir fikirmiş. Rahmetli Adile Naşit de müthiş bir oyuncuydu zaten… Zaten romandaki anlattığım kadına da çok benziyordu. Ama bu proje sinemacılara da çok cazip gelmedi herhalde… Olmadı yani o iş. Sinema macerana daha sonra geleceğiz ama "Selim İleri'nin Tozlu Aşk Romanları"nın ikincisini konuşalım biraz da. Geçtiğimiz ay çıkan "Hayal ve Istırap'ı… "Ölünceye Kadar Seninim" 12 Eylül sonrasında yazılmıştı ve o dönemi anlatıyordu. "Hayal ve Istırap" ise 2. Dünya Savaşı ve sonrasını konu ediyor…
İki kitap arasındaki bağ nedir?
2. Dünya sonrası yaşayan kadın, yıllar sonra bizim yazarın kitabını okuyor ve "Bu benim hikâyem" diyor; "Benim hikâyemi yazmış…" Çok direkt olmasa bile böyle bir bağlantı var…
Peki ya üçüncü kitap "Kafes"?
O da, 90'lı yılları anlatır. Artık Kenan Evren devridir. Edebiyatçı olmayı düşleyen ama bunu başaramayan bir çevirmenin röportaj öyküsünü okurken, yine bizim yaşlı yazar kadının sonunu öğreniriz…
Kaybedenlerin öyküleri ? Üçünün de ortak bir bağı var anladığım kadarıyla?
Çok somut değil ama var tabii… Üçü de kaybeden insanlar. Kazanabilecekken hep bir dönemeçte takılıp kalmış olanların öyküsü bunlar. Gelelim bugüne… Yanılmıyorsam üzerinde çalıştığın yeni bir kitap var… Evet.. Adı "Mel'un", alt başlığı ise "Bir us yarılması"...Bu sefer hangi melun bizim aklımızı yaracak? Kitabın kahramanının şizoid dünyası içinde çok tartışılan bir konu anlatılıyor. Türkiye 300 yıldır aynı meseleler tartışıyor. Mesela "eski yazı mı, yeni yazı mı?", "inkılaplar yararlı oldu mu olmadı mı?"... Böyle sorular içinde oynatmış, 300 yıllık tarihin içinde kaybolmuş bir adamın günlükleri.
Nasıl hazırlanıyorsun, nelerden etkileniyorsun bir romana başlamadan önce?
Bazı yazarlar çok planlı çalışırlar, hazırlık dönemleri uzundur. Ben öyle değilim. Kafamda bir ışık çakar, bir şey billurlaşır, sonra kaybolur. İşte o anda yazmaya başlarım. Hikâyenin bir sıralaması yok mudur kafanda? Hiçbir şey belli değildir. Bu çok belalı ve külfetli bir iş tabi. Çünkü bir hevesle başlıyorsun ama 20-30 sayfa sonra nereye gittiğini bulmaya çalışıyorsun…
Peki, başlarken hikâyenin sonunu bilmiyor musun?
Hayal meyal. Bir labirentin içinde sürüklenir gibiyim. Bir taraftan eğlenceli, oyun oynamak gibi, diğer taraftan çok yorucu, çünkü hep başa dönmek zorunda kalıyorum. İlk yazdıklarımı genellikle çöpe atıyorum. Onun için bilgisayar bana hiç çekici gelmiyor.
Bir de o var değil mi? Romanlarını daktiloyla yazıyorsun hâlâ…Bu tür bir çalışma için bilgisayar daha kolay değil mi?
Benim için değil. Kes yapıştır yaptığım zaman aynı kanserojen yabancılığı hissediyorum. Galiba bünyem reddediyor bilgisayarı, bir türlü alışamadım. Merak ettiğim bir konu daha var. Selim İleri hem edebiyatçı olarak anılıyor hem de çok satan bir romancı olarak. Genellikle ikisi bir arada olmaz.
Bu dengeyi nasıl sağladın?
Çok satan bir yazar sayılır mıyım bilemiyorum. İlk baskısı 100 binler filan olmuyor kitaplarımın. Ama uzun vadede hep satıyor. 40 yıl önce yazdığım romanlar tükenince yeniden basılıyor. Denge meselesine gelince, hiç böyle bir politika gütmedim. Peki, nasıl oluyor dersen; vallahi cevabını ben de bilmiyorum. "Sezen Aksu bile billboard kullanmıyor"
Çok satmakla edebiyat arasında ne fark var?
Çok satmanın belli formülleri var. Alfabe üslubunun dışına çıkamayan anlatımla yazacaksın ki çok satabilesin. Mesela "anne bana top al", "baba bana at al" gibi. Biraz daha cümleyi karmaşık yazarsan çok satma ihtimalin azalıyor. Bir de edebiyatın taşıyamayacağı bir reklam anlayışı var günümüzde. 80'lerde hatta 90'larda, billboard'larda bir yazarın kendini görmesi imkânsızdı.
Peki, ne zararı var böyle tanıtımın?
Bir kere haksız rekabet. Onca yazarın emeği arada kaynayıp giderken "Ben buradayım" diye ortaya çıkmak bana ayıp geliyor. Bir de billboard dediğin şey daha popüler sanatlar içindir. Mesela Sezen Aksu'ya çok daha yakışır ama o bile bunları yaptırmıyor artık. Gel biraz konuyu değiştirelim. Türkan Şoray'ı ilk kez nerede gördün? Onu ilk kez Taksim meydanda kucağında bir kaz, üzeri beyaz güllü lacivert pazen bir elbiseyle film çekerken gördüm. Ben de kalabalığın içinden seyrediyorum. Bana baktığını zannettim bir an…
Bakıyor muydu gerçekten?
Yok canım, beni tanımaz etmez ama ben öyle zannetmiştim. Keşke baksaydı ama…
Senin kadim dostun olduğu için soruyorum bunları. Sonra nasıl tanıştınız?
Yıllar sonra "Azap" filmini çekiyordu, o sırada tanıştık. Senaryo hakkında konuşmak için çağırmıştı…
Çok ayrı yapıda iki insansınız. Hangi ortak noktada buluşuyorsunuz?
Aslında hiç ayrı yapılarda değiliz. Türkan Hanım belki dışa karşı tutuk bir insan gibi görünür ama çok esprili ve sıcaktır. Yanılmıyorsam ikiniz de çok duygusalsınız… Öyle, hayat görüşlerimiz de benzer. Oyuncu olarak da hayranım. Derler ya… Ruh ikizi gibiyiz… Sen de çocukluğunda jön olmak istermişsin… İlkokuldayken Göksel Arsoy gibi olmak istiyordum. Hiç benzerliğimiz yoktur ama aynanın karşısında Göksel Arsoy gibi gülümsemeye çalışırdım. Çok istedim ama olmadı tabii…
Hâlâ var mı içinde jön olmak arzusu?
Yook… Senin çocukluk hikâyelerin arasında bir de Almanya'da çocuğun birini katrana bulaman vardı… Yaaa… Ailecek gitmiştik… 5 yaşındaydım. Üst kat komşumuzun benim yaşlarında sarışın bir oğlu vardı. Bir çubukla çocuğun bütün saçlarını katrana buladım.
Neden yaptın bunu?
Vallahi hiç bilmiyorum… Çok yaramaz bir çocuktum. Eve yeni koltuk ve kanepe aldıklarında makasla hepsini keserdim… Yeni olan şeylere karşı bir düşmanlık vardı içimde. Biraz da şu sinema macerandan bahsedelim. Senaryo yazmaya Halit Refiğ ile başlamışsın. Evet, Halit Refiğ ile Kemal Tahir'in evinde tanıştım. Halit abi, seni romancı olarak tanıyor herhalde. Yok canım… Daha o zaman roman filan yok ortada… Kemal abi beni "Genç bir hikâyeci" diye tanıttı. Halit Bey de "Türk sinemasının genç senaristlere ihtiyacı var" diyerek senaryo yazmamı istedi. Hâlbuki senin amacın jön olmaktı… Aradan yıllar geçmiş, haddimi biliyorum artık. Halit Bey bana 5 bin lira verdi. Tabii şirketten alıyor. Bir Fransız filminin uyarlamasını yazacağım güya. Tek satır doğru dürüst bir şey yazamadım. Halit Bey anladı durumu, oturup kendi yazdı…
Parayı geri istedi mi?
Hayır, ama çok garip bir şey oldu. Atıf Yılmaz'a müthiş bir senarist var diye beni tavsiye etmiş. Atıf Bey'e kazık atıyor anlaşılan… Valla bilmem. Atıf abiyle de "Günahsızlar" diye bir senaryoya başladık. O senaryoda birkaç cümlem vardı. Yani orada da bir şey yazamamıştım. O da gitmiş Lütfü Akad'a beni tavsiye etmiş. Bunların hepsi birbirine kazık atıyor anlaşılan… Kesin öyle. Lütfü Bey ilk gün anladı ki bende hiçbir şey yok. "Evladım otur yanıma" diye başladı, senaryo nedir, diyaloglar, sahneler nasıl olmalı sil baştan her şeyi öğretti. Bende müthiş bir emeği vardır Akad'ın… Ondan sonra gerçek ilk senaryomu yazdım… Rahmetli Zeki Ökten'in çektiği "Bir Demet Menekşe"…
ÜÇÜNCÜ "SELLI MILLERY" TEZGÂHI TUTMADI!
Peki, Türk yazarlardan hangilerinden beslendin?
Çok yazar etkilemiştir beni. Tanpınar, Sait Faik, Sabahattin Ali, Behçet Necatigil, Oktay Rıfat…
Peki, yabancı yazarlardan?
Anton Çehov, Virginia Wolf, Joseph Conrad… Daha çok İngiliz yazarları severim .
Peki, Selli Millery'i okudun mu hiç?
(Sözün burasında durdum ve derin bir nefes aldım… Acaba bu kez de olacak mıydı, bu tuzağa bir kez daha düşecek miydi? Olayın geçmişini anlatmazsam az sonra okuyacaklarınızın tadı çıkmaz… Bundan yaklaşık altı yıl önce yine bir söyleşi yapmıştık Selim ile… Aynı soruyu sormuş ve aynı yanıtı almıştım. "Vallahi ne yalan söyleyeyim okumadım" demişti Selim. "Yahu Selli Millery, Selim İleri'nin İngilizce okunuşu" demiştim kendi yaptığım kötü espriden utanarak. Neyse aradan birkaç sene geçti. Yine aynı soruyu sordum, yine aynı cevabı aldım "Vallahi okumadım" demişti… Şimdi aynı soruyu üçüncü kez soruyorum ve heyecanla bekliyorum… Selim bir kahkaha attı…) O kadar da değil… Onu yutmam artık. Gelirken yolda bunu bir kez daha soracağını düşündüm. Ama dürüstlüğüme bak. İlk seferinde "hiç duymadım bu adı" dedim. "Okudum" desem rezil olmuştum…
Deli misin, hepsi şakaydı…
ARDA USKAN