Neşet Ertaş'ın, içi boşaltılmış bir "Bozkırın tezenesi" teranesinden kendisine yol bulup da gün yüzüne çıkamayan acılı bir geçmişi var... Ölüsünü el üstünde tuttuğumuz bu aziz insanın dirisine reva görülen muameleyi hatırlayalım ki, onun türkülerinde dile getirdiği hayale çok da yakın olmadığımız gerçeğiyle yüzleşebilelim...
Telefonda, "bu sayıda Aktüel'e Neşet Ertaş'ı yazacağım" dediğim arkadaşım, "yazmadan önce mutlaka izlemelisin" diyerek bana bir link göndereceğini söyledi ve ilave etti: "7-8 dakika ama, onun tevazuunu anlayabilmen için izlemen şart..." Ne kadar haklıymış! Neşet Ertaş hakkında bir kitap da yazmış olan Bayram Bilge Tokel'in hazırlayıp sunduğu bir televizyon programının linkiydi bu. Konuşurlarken, bir ara Tokel, "abi" diye hitap ettiği Neşet Ertaş'a "usta" dedi... Ertaş, hemen yapıştırdı cevabı: "Usta yaradan, ben yaratıldım..." Devamında, Tokel'in "tabii, ama siz özelsiniz" ısrarını Ertaş'ın araya başka bir laf sokarak nasıl savuşturmaya çalıştığını, bunu yaparken içine girdiği paniği, derin iç çekişini, "ya yine savuşturamam da bu 'ustalık' sohbeti biraz daha sürerse" korkusunu izledim ve arkadaşımın ne demek istediğini anlayıverdim.
Gölgeye girenin gölgesi olmaz... Ne var ki "usta" övgüsünü hızla savuşturmak için bir telaş araya soktuğu laf, başına iş açmaya devam edecekti... Ertaş, Bayram Bilge Tokel'in bir dakika önce okuduğu okur mektuplarından birine sığınmıştı... Tokel'in, "ama siz özelsiniz" ısrarı sürerken sordu sorusunu: - Bir şey okudunuz demin, bir hanıma çocuğu bir şey diyordu... Onu hele bir daha okuyabilir misin?
- Şey diyor, babaannem televizyonda Neşet Ertaş'ın çıkacağını öğrenince, hangi Neşet Ertaş diye sordu bana, bizim Neşet Ertaş mı yoksa başka biri mi... Sizin isminizi kullananlar, Bizim Neşet falan diyenler de var ya hani abi... Bizim Neşet, Küçük Neşet benzeri, sizin şöhretinizin, adınızın gölgesinde... (Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu Ertaş: "Usta"dan kaçarken, "sizin adınızın gölgesinde"ye... Tabii hemen "estağfurullah"ı yapıştırdı ama, konuşmanın sonraki bölümü, Ertaş'ın karakterinin bir başka yönünü; emeğe, gayrete olan saygısını ve bu saygıyı taşımayanlara duyduğu tepkiyi ortaya koyacaktı...) - Gölge dedin... Bak, gölgeye girenin gölgesi olmaz. - Eyvallah... Gölgeye girenler kulaklarına küpe etsinler bu sözü... Kendileri Güneş'e çıksınlar, kendilerinin gölgesi olsun. - Ben kimseye dur demedim. 50 senedir aralıksız türküler verdim, hiçbirinin içinde adım soyadım yok. 27 sene yurt dışında kaldım, burada kasetlere okuyanlar, plaklara okuyanlar, söz-müzik kendilerinin olarak yazdıranlar... Oralarda bazen televizyonlarda rastlardım, sorulduğunda "söz-müzik kime ait" dendiğinde "âcizane" diyenleri gördüm, hiçbirine, hiç kimseye bir şey demedim. Türkülerimi okusunlar, ama lütfen sözlerini tam bellesinler baştan sona kadar, özünü sözünü doğru söylesinler... Emeğini çalanlara sözü işte bundan ibaret: Ona bir şey demiyorum, bari çaldığınızın hakkını verin, biraz gayret edin...
Edin, bu bana yeter. Yaratılanı seven, Yaradan'dan ötürü Başbakan'ın çok sevdiği "Yaratılanı severiz Yaradan'dan ötürü" sözü, hangi faninin dilinde Neşet Ertaş'ınki kadar inandırıcı durabilir? Bu olağanüstü cümleyi, onun karakterinin temel parçalarından biri olan "insanları olduğu gibi sevebilmek" yeteneğini biraz deşebilmek için seçtim. Aslında insanları olduğu gibi sevebilmek ya da en azından herkesi olduğu gibi kabul edebilmek hiç kolay bir şey değil. Hatta hırslarımızı, inançlarımızı, egolarımızı, egemenlik arzularımızı hesaba kattığımızda, belki seküler bir pozisyondan imkânsız bir konum... Belki ancak Tanrı inancıyla (fakat kullarının, başkalarına zararı olmayan bütün tercihlerini makbul sayan "özgürlükçü" bir tanrı inancıyla) ulaşılabilecek bir mertebe...
Böyle bir tanrı var mı bilmiyorum ama, Neşet Ertaş'ınki böyle bir tanrı olmalıdır... Çünkü insanları oldukları gibi sevebilmek, hiç değilse kendisine benzemeyenlerden hoşnutsuzluk duymamak hususunda onun kadar ileri gidebileni şimdiye kadar hiç görülmedi. Size sadece bir anekdot aktarayım: "Teknocular mı ne o çocuklar, yüreğinden geldiği gibi çalan cazcılar, pop müzikle uğraşanlar. Herkes bizim müziğimizi yapacak değil ya. Onlar başka saz ve metotlarla gönül mecrasına akıyor, biz başka bir sesle. Hiç ayırım yapmam. Onları dinliyorum ve anlamaya çalışıyorum." "Biz topraktan, siz fışkıdan..." Neşet Ertaş'ı, pek az insanın ulaşabileceği bu olgunluk mertebesine hangi bileşenlerin taşıdığı sorusuna makul cevaplar verilebilir... Bektaşi geleneğinin en has damarının içinden gelmiş olması herhalde bunlardan biridir...
Bir diğeri, çocukluğunda maruz kaldığı eşitsizlik ve horlanmaya karşı geliştirdiği olumlu tepki olabilir... Bu nokta üzerinde biraz duralım, çünkü Ertaş'ın her fırsatta dile getirdiği, fakat içi boşaltılmış bir "Bozkırın tezenesi" teranesinden kendisine yol bulup da gün yüzüne çıkamayan acılı bir geçmiş var burada... Ölüsünü el üstünde tuttuğumuz Neşet Ertaş'ın dirisine reva görülen muameleyi hatırlayalım ki, onun türkülerinde dile getirdiği hayale çok da yakın olmadığımız gerçeğiyle yüzleşebilelim... Doğru, şimdi aktaracağım şeylerin üzerinde on yıllar geçti, "ünlü" Neşet Ertaş'a böyle davranmadık ama ünsüz Neşet Ertaş'ların bugün de benzer horlanmaların en azından "light" haline maruz kalmaya devam ettiklerini inkâr edebilir misiniz: "Bizi hor görürlerdi, gözümüzü çevirip bir Türk kızına bakamazdık. Bize kız vermezlerdi. Bir dava olsa hemen çekip vururlardı. Nasıl olsa 'Abdal Çingen'dik ve canımızın onların mertebesinde hükmü yoktu. En fazla getirip üç beş kuruş kan parası verip davayı kapatırlardı. Bunları gördüm ve şehirlere geldim. Oralarda da durum farksızdı. Biz bütün sınıfların altında, hayvanın biraz üstünde bir yerlerde idik onlar için." Şunu da, "Kültür Mafyası" (kulturmafyasi.com) adlı internet sitesinde rastladığım, Meltem Sanlav Küpeli imzalı yazıdan aldım: "2008 yılında Agos'a verdiği röportajda henüz çocukken, babası, büyük ozan Muharrem Ertaş'la gittiği köylerde 'biz topraktan yaratıldık, siz fışkıdan' hakaretleri ile baş etmek zorunda kaldığından bahseder. 'Cahilliğin ifadeleri' der, geçer. Üstadın taşıyıcısı olduğu Abdal kimliğine, gündelik hayatta yer yoktur, sıradan faşizm müsaade etmez. 'Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi, hazmetmezlerdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın…' diyerek, şapka takmadığı için memleketinde taşlandığını anlatır." Hiçbir "izm"e yamanamayacak bir hayat Taraf'ın dindar yazarlarından Murat Kapkıner'in onun için yazdığı yazının başlığı neydi biliyor musunuz: "Hz. Neşet Ertaş..."
Onu tanıyan herkes şahit, herkes dillendiriyor: Gerçekten de bir peygamber kadar bağışlayıcı, bir peygamber kadar kuşatıcıydı. Böyle bir insanın hatırasına yapılabilecek en büyük saygısızlık, onu bir "izm"in parçası gibi göstermek olabilirdi... Nitekim, kendisi gibi düşünmeyeni, kendisi gibi hissetmeyeni, kendisi gibi yaşamayanı kendisine hak ve görev sayan bir "izm"in medyadaki en popüler temsilcisi, kalktı onu kendilerinden biri ilan etti... Ertaş'ın, "Küpeleri ağır düşer kulaktan, zülüfleri tel tel etmiş yanaktan..." dizelerini bile "E hani türban?" sorusuyla kendi "çağdaş" bağnazlığına alet edebildi. Beyhude çaba... Neşet Ertaş, hiçbir "izm"e yamanamayacak bir gönüle sahipti. Bunu anlamayan, onu hiç anlamamış demektir.