Bildiğiniz gibi geçen cuma Diyarbakır'daydım.
Bu kente ilk kez 2002'de Borusan Filarmoni Orkestrası'nın davetlisi olarak gitmiştim.
O zaman kenti okumaya çalışırken yanımda rahmetli Duygu Asena da vardı.
Çok başka bir Diyarbakır, çok başka bir Diyarbakırlı vardı o tarihlerde.
Bir kere özgürlükler konusu büyük sıkıntıydı. Yıllar yılı inkâr edilen, aşağılanan, dışlanan Kürt kimliği dolayısıyla korkunç bir özgüven problemi yaşıyordu Diyarbakırlı. Kürt meselesi üzerine konuşmak istediğinizde ya yorum yapmayıp suskun kalmayı ya da idarecilerin hoşuna gidecek o bildik resmi dili kullanmayı tercih ediyordu.
Ancak bu gidişimde bambaşka bir Diyarbakır manzarası ile karşı karşıya kaldım.
Ulu Cami önünde 3 kişiyle başlattığım nabız yoklama işi 100 kişiyle tamamlanıp, hemen hemen bütün konuşanların birbirine paralel yorumlar yaptığına şahit olunca, SABAH Diyarbakır Bürosu'ndan mihmandarlığımı yapan arkadaşa dönüp, şaşkın bir halde, "Diyarbakır resmen evrim geçirmiş Hüseyin!" dedim. Gerçekten de öyle!
Az ileride konuşlanmış çevik kuvvet görevlilerinin konuşmalarımızı duyduğunu bile bile, bütün söyleyeceklerinin gazete sayfalarına taşınacağını göre göre konuşuyor Diyarbakırlı!
Çekinmiyor yani... Yüksünmüyor da!
Ne istediğini, ne beklediğini, kendi tarafından çözümün ne olduğunu hiçççç lafını sakınmadan anlatıyor!
Biliyorum ki şimdi bu satırlarda yazdıklarıma içinizden bazıları çok hiddetlenecek. Ne yazık ki kafasını kuma gömmüş, gözüne perde inmiş, gerçeklerle yaşamaya bir türlü alışamayanların pek bir canı sıkılacak!
Yine, "Hayır n'olamaz, n'olamaz!" çığlıkları atılacak posta kutuma!
Hani klasik bir laf vardır; "Gerçekler acıtır!" diye... Aynen öyle işte...
Üzgünüm ama acıtacağını bile bile, "Diyarbakır'dan Kürt meselesi nasıl görünüyor?" sorusunun cevabını aktarmak zorundayım.
En başından söylemeliyim ki, mesele buradan yani Batı'dan göründüğü gibi falan değil! Bir kere Diyarbakırlı deyim yerindeyse gemileri çoktan yakmış! Yani, "Yok kaybedecek bir şeyimiz!" moduna girmiş ve bu moddan da pek çıkacağa benzemiyor!
İlk gittiğimde ağızlarından kerpetenle laf almaya çalıştığım Diyarbakırlının, bu gidişimde etrafıma toplanıp, bağıra çağıra görüşlerini açıklama, "Gasteci hanım. Çek fotoğrafımı. Hah... Adımı da yaz... Bak ben diyorum ki!" cümlesi ile başlayıp korkmadan, en ufacık bir çekince duymadan yorumunu aktarmak isteme çabası neye yalan söyleyeyim beni hayretlere düşürdü!
Mesela diyor ki Diyarbakırlı; "Silahların susmasını biz de istiyoruz. Bizim de ölen o asker çocuklar için içimiz yanıyor. Diğer tarafta ölen gerillalar için yandığı gibi. Ama bilmelisiniz ki, bizi biz yapan, bizim bugün bu noktalara gelişimizde emek harcayan Abdullah Öcalan'a serbestlik verilmeden bu silahlar susmazzzzz!!!"
Sonra bir diğeri; "Apo serbest kalacak, PKK legal platformda siyaset yapacak, Kürt kimliği anayasada tanımlanacak, Kürt dili resmi dil sayılacak, geçmişte yapılan işkenceler, aşağılamalar, incitmeler için devlet Kürtlerden resmen özür dileyecek! Ancak ondan sonra bu kan duracak!" diyor.
Bir başkası da; "Bizim derdimiz bölünmek falan değil. Biz de diyoruz Kürt-Türk kardeştir.
Ama her kim ki Kürt kimliğini inkâr eder, reddeder. İşte o kalleştir! Yaz kardeşim. Lütfen bunları da yaz!.."
Durum budur yani Diyarbakır'da. Buradan bakınız lütfen. Buradan bakınız ki hakikaten bu lanet olası terör belasından bir an evvel kurtulalım.
Bakmıyor musunuz?
Ya da bakamıyorsunuz?
Valla o zaman harbiden yanlış yapıyorsunuz!